de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var Efem.”
“İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”
Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, kızıl bir tutku içinde yerlere kadar eğildi; elâ, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, kapandıkları noktada tek bir heyecanla titredi. Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, acılı bir hayret içinde yükseldi; elâ, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir arzu içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi. Hünkâr uzaklaşmıştı.
Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu; bu üç yüz çift göz, yedi buçuk aydan beri şu mutlu günün doğuşunu hayal ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren Padişahın, saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine ilgi göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki mutlu yıldız olmak hülyasını ayrı ayrı taşıyan bu gözler ansızın hüsrana uğramışlar, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü Hünkâr tek bir saniye bile kendileriyle ilgilenmemiş, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezemedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.
Acının büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ışıktan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek Hünkârın, kendi yanına gelir gelmez muhabbet, iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek yan yana durduğu oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki Hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmiş, dairesine kapanmıştı.
Bu bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultanla Hürrem’in Hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması, hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyor, tehlike hissettiren bir hâle sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir ayrılıktan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan Hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.
Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapışarak Hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş görevlerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat sonunu düşünmeyerek alıvermiş olduğu bu karar da biraz sonra kırık bir hülyaya dönüştü. Çünkü Padişahın dairesi önünde duran iki haremağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.
“Şevketli Hünkâr halvette!”
Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı.
“Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”
Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar.
“Titizlenmeyin Sultanım, soğukkanlı olun. İçeride Valide Hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”
O da ayak diredi.
“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide Hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”
Tartışma uzayıp gidecek gibiydi. Haremağaları da zor bir duruma düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultandı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de Padişahın o güne kadar gözbebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında Şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya başlamışlardı; Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.
Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı; halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kaygısıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet haremağalarını yenmenin yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi.
“Gir yavrum,” dedi, “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”
Çocuk bu sözlere uyacak, iki engeli aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engel olamazlardı. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, Hünkârın kutsal varlığından bir parçaydı; dil ve el uzatılmaktan uzaktı.
Haremağaları bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük Şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı. Efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felâketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.
Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler eşik önünde eriyip gitti. Valide Sultan önlerine dikilmişti.
Mahidevran, böyle bir şeyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük Şehzade ise büyük annesini görünce geri çekilmişti. Haremağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlar, kendilerini tehlikeden kurtaran meleği selamlıyorlardı.
Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı.
“Burada,” dedi, “işin ne yavrum? Çağrılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”
Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti.
“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”
Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü.
“Düş ardıma,” dedi, “daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”
Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber, “emir kulu” olmaktan bir parmak bile yükselemediğini anladı. Dilediği vakit sormadan, rızasını bile almaya gerek görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini istediği şekilde kullanan, kullanabilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü. Gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti. Hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini yakıyor, canını yakıyor, ruhunu yakıyordu. Fakat durumu olduğu gibi kabul etmek zorunda olduğunu da seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultanın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı.
“Haydi, o padişahtı,