Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

kelimeleri oluştururdu. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanakları mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlar; gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.

      Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi.

      “İnsanın,” dedi, “ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum, Efem.”

      Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi.

      “Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”

      “Buna imkân var mı, Efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”

      “Aşka düşersen kullanabilirsin!”

      “Aşk nedir, Efem? Yeni işitiyorum bunu!”

      Süleyman, ne şaşırdı ne de kızdı. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber, yapılan şu somdan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu.

      “Aşk,” dedi, “bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler, şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o gülde koku neyse, birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”

      Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr, yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek yeteneğinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti.

      “Yıldızlar,” dedi, “niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir? Aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”

      Hürrem, ellerini Hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi.

      “Hayır!”

      Süleyman, hayretle karışık bir isyanla iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu.

      “Hayır mı?”

      “Evet, Efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”

      Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın bir tür yaratılış hastalığı olduğuna inananlardandı. Fakat aşkın sütte, şekerde, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak konularını nasıl anlatabilirdi?

      Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşme yolunu açabilmek için her şeyden önce yar-ı canına aşkı anlatmak ve tattırmak lâzımdı. Şu gereklilikle işin ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.

      Süleyman, yaradılışındaki hükmetme meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı zaman bütün güçlüklerin, hatta bir an içinde, sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek yeterdi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuştüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle yetinmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir sertlik göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı mevkiden ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için, Hürrem’in o mevkii yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan sertliğinden mutlu oluyordu. Ona aşkı anlatmayıysa zaten istiyordu. Bu sebeplerle mutlu bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.

      “Gündüz,” dedi, “her yanda ne görürsün?”

      “Aydınlık!”

      “O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”

      “Hayır!”

      “Aşk da böyledir, çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır, hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür, fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”

      Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti.

      “Güzel buyuruyorsunuz ama, Efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür?”

      Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü.

      “Bak,” dedi, “iyi bak. Ne var orada?”

      “Cariyeniz Hürrem!”

      “Yani bir güneş.”

      Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı.

      “İşte,” dedi, “aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”

      Birbirlerini gözbebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli öpüşlerin açıklığıyla, ve kulaktan değil dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın gözbebeklerinde beliren kendi yüzünü görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yan yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!

      Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoş edici saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı; açık bir kızgınlıkla Hünkârı süzüyordu. Onda, henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın gözbebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini hayal ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek demleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahlûk olduğu için, kalbine çöken sızıyı sezdirmemeyi başardı, tabii bir duruma bürünerek sordu.

      “Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi Efem?”

      Hünkâr, çılgın bir acele içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı.

      “Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”

      Biraz sonra, Rus bozkırlarından gelen küçük Halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın gözbebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli Hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağını anladığı için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle, Hünkârın duygusal durumunu çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi gösterirken de samimî davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten yararlanmak ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer