Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”

      Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amca oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber dayandığı mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten kabul edilebilir suçlardan değildi. Piri Paşa bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir fikir yürüttüğünü anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr,

      “Düşünüp durma, Lala,” dedi. “Mahkûmları gebert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”

      Üstad-ı Azam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sakinlikle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara, “Öleceksiniz,” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini âdil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.

      Üstad-ı Azam, kılıç vuruşları, kale devirişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer büyüklük eseri olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu.

      Üstad-ı Azam birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken, Hünkâr gerçekten şefkatli bir sesle sordu.

      “Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”

      L’isle Adam boynunu büktü.

      “Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”

      “Ordu zaten bu lütfu yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”

      “Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”

      “Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”

      Hünkâr, az kaldı dayanamayıp soracak, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan geri kalmadı. Cem Sultan’ın oğlunu kuş olsa uçurtmayacaktı. Biricik düşüncesi artık onu yakalamaktan ibaretti. Hürrem’in lâtif, zarif ve cazip hayalini bile bu emele feda ediyor, ara sıra gözünden uzaklaştırıyordu.

      Üstad-ı Azam da ayak sürüyor gibi bir vaziyetteydi. Bir türlü hazırlığını tamamlamıyordu, yola çıkmıyordu. Hünkâr, onu sezdirmeden zorlamak için şehre kadar gitmekten çekinmedi ve kendisi at üstünde olduğu hâlde şövalyeler evi önünde tembel yolcuyla görüşerek gemilerin hazır bulunduğunu müjdeledi.

      L’isle Adam’ın bu vaziyetten ve bu müjdeden sonra ayak sürümesine imkân kalmamıştı. O da vaziyetin nezaketini kavradı, pılı pırtı topladı, 1523 yılının birinci gününü hareket tarihi olarak belirleyip Padişaha bildirdi ve o gün dört altın vazodan ibaret olan hediyesiyle birlikte Hünkâr otağına geldi, el öpüp vedalaştı.

      Üstad-ı Azam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman, yurdundan ebedî surette ayrılan şu mağlup düşmanın gözyaşlarından dolayı üzüldü ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi.

      “Bu ihtiyarı,” dedi, “gurbet illere sürdüğüm için üzgünüm. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”

      L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu. Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca, derbeder Prens de çoluğuyla, çocuğuyla Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında onu görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.

      Cem’in oğlu hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam inancı vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan şehzade Orhan gibi davranır, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre kurtuluş çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan silahlı papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten yararlanmak istemeleri de büyük bir ihtimal olduğundan, Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak gereğini duymuştu. Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.

      Olanlar, Hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da onunla beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstad-ı Azam, bu kaçma ve kaçırma işleminde önemli bir rol oynadığı hâlde, ne olur ne olmaz düşüncesiyle alarga bir vaziyet almıştı; Prens Murat takımından uzakta bulunuyor, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de, bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının Hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle, pek telaş göstermiyor, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.

      Rodos’un artık Türk vatandaşı sayılan halkı, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüş, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, doğruyu gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen baskıcı bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hıristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezler, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.

      Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde, kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir kurtarıcı kuvvet görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve zalimlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.

      Karadan ayağını ilk çeken Üstad-ı Azam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını gözetim altında bulunduruyordu. İşte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat, karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı.

      “Şehzade geliyor!”

      Fatih Sultan Mehmet, taht ve tacını bırakamadığı oğluna miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirası örtebilirdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine,