Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken, Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:

      “Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”

      Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadı Azam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi. Aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucaklayarak, “Sizin artık neniz kaldı,” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.

      Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi, şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir durumdu. Fakat kimsenin bu hâlle ilgilenmesine vakit kalmadı. Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.

      Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu. Koruması gereken burca gitmişti. Orada, durumu kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felâket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi. Bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu. Kendini erkek tanıtmak fikriyle, beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı.

      “Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.

      Bir dakika sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, gerçek kimliğini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir konu saymışlar, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmiş ve tartışmaya koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına sebep oldu ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.

      Sultan Süleyman, neredeyse kesin bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmiş, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik kurduğu ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu üzüntüyle Rumeli Beylerbeyi Ayaş Paşa’yı görevden alarak hapse attı, donanmayı savaşta etkin bir şekilde kullanamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.

      Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi sırasında kimliği anlaşılınca o da olayı tuhaf buldu, Ayaş Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır Valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, kuşatmayı idare etme görevini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.

      Hekim Salamon ile Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması, Hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe bağlanan işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı.

      “Bak İbrahim,” dedi, “casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler şimdi kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel bağlama. Onları kullan, fakat kuvvetine güvenme!”

      Hünkârın görüşü doğruydu. Salamon’dan işaret, Almaral’dan haber beklemek kumandanları serbest hareket etmekten alıkoyuyordu. Kaleyle ordu arasındaki gizli münasebet kesilince durum değişti ve savaş, Türk’e yakışan ahengi buldu. Artık her gün bir burcun temeli Türk yumruğuyla sarsılıyor ve kalede barınmak imkânı gittikçe azalıyordu.

      Bununla beraber hiçbir burç henüz düşürülmemişti. Denizle güneşin çocuğu Rodos, bu kuşatmadan da kurtulmak ümidini yine kuvvetle taşıyordu. İkinci Vezir Mustafa, kolayca zapt olunacağını söylediği adadan uzaklaştığı için Padişahın sillesinden şerefini kurtarmış sayılabilirse de, onunla fikir ortağı olan Kurtoğlu, Hünkârın gözü önünde bulunuyordu ve her saniye ölüme mahkûm edilmeyi bekleyip duruyordu.

      Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı, bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna dayanma gücü aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğini, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağını düşünüyordu. Kaleyi düşürmek içinse densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen yumuşak davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.

      Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.

      Şurası kesin ki o, hastalıklı denilebilecek bir ısrarla yaratmayı başardığı sabit fikri artık makul bir şekle sokmuştu. Hürrem her zaman elindeyken yersiz bir hicrana katlanması, zevki kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya gayrı tabii olur. Fakat Süleyman, yarı kuruntu, yarı yersiz olan aşkını şimdi mantığa da oturtma yolunu bulmuştu.

      Ona bu imkânı veren, Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, kançılar Almaral gibi o da bir casus olduğu için bu kadının ölümüne ilkin o kadar ilgi göstermemişti. Fakat gün geçtikçe düşüncesi değişti ve bu macerada aşkın kahredici gücünü görmeye başlayarak adeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!

      Süleyman, kendi kendine yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra, Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlât katili yapacak, bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta başarılı olmasını kıskanıp, aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç Sultanın düşünmediği, düşünemediği nokta kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı İmparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman,