kadıları yakmak isteyince, mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lâzım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir fikir sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”
Süleyman, savaş sırasında gezmekten de geri kalmıyordu. Sık sık Sen Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü taş taş üstünde kalmamacasına yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselâm’ı görevlendirerek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.
Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi. Metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de damla damla nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhî bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında, “Ayaklarınızı öperim” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.
Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç Hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mutlu etmeye kâfiyken, onun ilk selâmını bir öpücükle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim,” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.
O gece kasım ayının sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, adet olduğu gibi aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sen Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyor, kilise çanları boyuna çalıyordu. Süleyman, aralıksız düşen yağmurda, kendi mutluluğunu gülsuyuyla yıkayan geleneksel bir ilgi; çanların sesinde yine kendini bilerek veya bilmeyerek çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak genel saldırı emrini verdi.
“Artık,” diyordu, “yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”
Siyasî hesaplar, idarî düşünceler bu şekilde bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi. Türk şahbazları, Tarihçi Hoca Sadettin’in bütün Frenk tarihçilerince alıntılanan tabirinde de dediği üzere, zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi. İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin savunduğu siperler birer birer düşürüldü, kalenin çeşitli yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.
Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada, Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı birer gökkuşağı gibiydi. Şimdi yağmur, Türk gücünün büyüklüğünü toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.
Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu görünce hücumu durdurdu.
“Kale,” dedi, “bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”
Bu fikir yerindeydi. Çünkü bir tepeye benzetilebilecek kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu durumda son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün hoşgörüsüne uygun düşecekti.
Ordu, kendi özündeki insanî ve medenî olgunluğa pek yakışan duraklamayı memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek bekleme durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamıştı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlık konusu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi.
“Üç gün daha beklerim. İrademe uyulup da şehir kapıları orduma açılmazsa, Rodos’un insanları değil kedileri de ölüme mahkûmdur.”
Şövalyeler dilediklerini yapmak kudretini taşıyan Türklerin bu korkunç açıklaması karşısında bütün ümitlerini kaybetmişti. İliklerine kadar titremeye koyulmuşlardı, ancak diplomasi entrikaları çevirmeye yeltenmekten yine geri kalmıyorlardı. Çünkü papadan yardım bekliyorlardı. Avrupa’nın harekete geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple iki yüzlü davranmak yolu tutuldu, Sultan Süleyman’dan beş on gün daha süre istendi ve bu izin alınır alınmaz, henüz Türkler tarafından işgal olunmayan yerlerin savunulmasına girişildi.
Şövalyeler, Cem Sultan’ın oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna razı gelmeyeceğini ve gelse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmiş, Prensin adadan kaçırılmasının çaresini aramaya koyulmuşlardı. Gerçekleşir gibi görünen felâketin kesinleşmesi hâlinde bu prensten yararlanarak Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.
Her gün Hürrem’den mektupla bir öpücük alarak yaman bir kavuşma, bir araya gelme arzusuna kapılan Hünkâr, bekleme devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden süre almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını koruyamadı, haykırdı.
“Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”
Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde şekillenen bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.
Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlardı ve bu kapıların gerçekten mucizeler yaratan Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstad-ı Azam, bu durumda yarım ilâh çalımı satan General Guyot de Marsehac’la kendi Alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan bozgunu zafere çevirecek strateji harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına nihayet verdi; Generalle Alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden Hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya olanı biteni izlemeye dalan Üstad-ı Azam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda meydana gelmedi ve bin bir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lâkin yürümüyordu.
Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı. Yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla sordu.
“Ne oluyor böyle?”
İbrahim’den önce ağalardan biri cevap verdi.
“Beyaz