Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti.

      “Başka memlekete, dostum!”

      Tarihî burnun ortaya koyduğu gerçeği şu üç kelime desteklemiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi.

      “Şevketli Hünkârın,” dedi, “selâmı var. ‘Papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin,’ diyor.”

      O sırada çavuş da onların yanına gelmiş, Prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu.

      “Sultanım, şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız ortaya çıkmadan ben kulunu takip edin, Şevketli Hünkârın yüce gölgesine sığının. Kurtuluş orada, hayat oradadır. Şüpheye kapılıp mekânı cennet olan babanız gibi kâfiristanda rezil rüsva olmak, hele şu masumları o hâle düşürmek şanınıza yakışmasa gerek!”

      Şehzade Murat hafakanlar geçiriyor, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhî bir sendeleyişe uğramış, sararıp soluyor, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmış, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmaya başlamışlardı.

      Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti.

      “Sultanım,” dedi, “sana telaş yakışır mı? Düşmanı hâline güldürürsen, babanın ruhunu ağlatırsın, Şevketli Hünkârın da gazabına uğrarsın. Mert ol, lütfedip bizimle gel.”

      Murat’ın gözü denize dikilmişti; kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden yardım umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla darmaduman olmasına rağmen, kayıkların geri dönmekte değil, ileriye doğru çala kürek koşmakta olduğunu sezmiş, tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı.

      “Şehzadem,” dedi, “şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, Şevketli Hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”

      Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkmazlık edemeyeceğini anlamış, ümitsizlikten tevekküle geçerek hüzünlü bir gülümsemeye bürünmüş, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu.

      “Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”

      Fakat şu kılıktayken koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar kötüydü. Bu sebeple çavuşa yalvardı.

      “Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Hünkârla bu biçimde buluşmak doğru değil.”

      Çavuş, kendi fikrine göre yol gösterdi.

      “Hanım sultanların Pir Ali Reis’le saraya dönmesi, cenabınız ve oğlunuzunsa doğru otağı hümayuna gitmeniz gerek. Şevketli Hünkâr, kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında tören kavuğu yahut kallâvi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, siyah elbiseler giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”

      Çavuş da, Pir Ali Reis de bir Şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyor, çok saygılı davranıyorlardı. Fakat Şehzadenin bir siyasî suçlu olduğunu da hatırlarından çıkarmıyor, saygılarını açık bir haşinlikle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi.

      “El hükmülillâh,” dedi, “kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”

      Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç teselli kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.

      Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem’in oğlunu da getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra, Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.

      Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz gibi, dedesi Beyazıt’ı değersiz bulacak kadar kıymet bilir bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek şanssız sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın geleceği uğruna birkaç kardeşiyle bir düzine yeğenini fedadan çekinmeyen babası gibi, kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek kararını vermişti.

      Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felâket destanı yaratmış, adı talihsizliğe örnek olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir acıma veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sessizce lanetleyeceğini düşününce, tahtın geleceği adına cani olmaktan uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.

      Ancak Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykırış oldu.

      “Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”

      Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.

      “Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”

      Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, dengesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak halini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren şanssızlıklarla dolu bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cem oğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen Hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu şekilde yalvarışı Süleyman’ın acıma duygusunu harekete geçirmekten geri kalmadı, çünkü bu, bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.

      Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi.

      “İnsaf et, Ulu Hünkâr,” dedi, “insaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra olmadı mı? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline göçmediler mi? Halife Osman’ın katli olayında sahabelerin bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Atan ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”

      Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle desteklediği, Arabî ve Farisî beyitler okuyarak konuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cem’in oğlu yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp,

      “Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma,” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi.

      “İyi ama,” dedi, “bu saydığın adamlar kötülüğü iyiliğe çevirmek için gurbet