Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

mı? Neye iyi bu?”

      “Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”

      “Gülünç bir teklif. Lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Kinaz Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”

      “İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”

      “Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”

      “Keramet buyurdunuz Padişahım, öyle yapıyor.”

      “Ne diyor?”

      “Cennetmekân pederinizin Mısır ’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”

      “Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”

      “Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi Sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”

      “Bu da malûmu ilâm değil mi ya? Adaya gitmezden önce Lalamla konuşan benim. Herifceğiz gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, ‘İyi gördün,’ diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner, önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve en doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”

      “Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”

      “Başka ne diyor o?”

      “Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, Lalanız hayli çimleniyormuş!”

      “İşte bu yeni bir iftira, taze bir kara çalma. Fakat sessiz kalınarak geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa durumu incelesin, sonunu bana bildirsin.”

      Ve Sultan birden deli gibi gülmeye başladı. İbrahim hayretler içindeydi; efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemiş, bön bön bakıyordu. Hünkâr, uzun bir müddet güldükten sonra sert bir çehre aldı.

      “Bre İbrahim,” dedi, “kendi kendimizi niçin aldatıyoruz? Daha Manisa’da bulunurken sana söz vermiştim, tahta çıkar çıkmaz seni vezir edineceğimi söylemiştim. Rodos’a gitmeden önce teklif ettim, erkendir dedin, temkin gösterdin. Şimdi acele ediyorsun, sözümü yerine getirtmek istiyorsun. Fakat beni haksızlıktan güya korumak kaygısını da atamıyorsun. Ahmet kepazesinin yalanlarını ele alıp Lalamı kündeden attırmaya çalışıyorsun. Hâlbuki bunlar boş şeyler; Piri Paşa, ben padişah olmadan azle mahkûm edilmişti. Bu hüküm şimdi yerine getirilecek, sadrazamlık sana verilecektir. Ancak açık olalım, adamcağızı hem görevinden, hem şerefinden mahrum etmeye çalışmayalım. Fenarizade kılı kırk yarsa dahi, göreceksin ki Lalama suç bulaştıramayacaktır. Hiç Yavuz gibi bir padişaha bir buçuk yıl sadrazamlık yapan adam, kolay kolay tuzağa düşer mi?”

      Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir acıyla kekeledi.

      “O hâlde Lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın, Efendimiz.”

      “Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lâzımdır. Yalnız aramızda riya istemem. İkimiz de Lalamı niçin feda ettiğimizi biliyoruz. Bildiğimizi bilmez görünmek neye iyi?”

      Ve adalete önem veren vicdanını susturmak için şöyle düşündü.

      “Ahmet, Lalamı düşürüp kendisi sadrazam olmak istiyor, iftiralar düzüyor. Kötü maksatla yapılmak istenilen iyilikler bile kötüdür. Bu sebeple Ahmet gözümden düşmüştür. Mevkiinden de düşecektir. Lalama gelince… Ona acımıyor değilim. Lâkin benim vezirim olarak kalmasına imkân yok. Yavuz’un beğendiği bir adamda, Yavuz’u biraz olsun andıran huylar ve görünüşler bulunması tabiidir. Nitekim ben Lalamda bu varlıkları seziyorum ve babamı görmüş gibi karşısında küçülüyorum. Onu görevden almak isteyişimin hakiki sebebi işte bu küçülüşten kurtulmak kaygısıdır. Tahtın hakkı yalnız azamet, yalnız ceberuttur, İbrahim. Vay bu hakkı bilerek, bilmeyerek tanımayanlara!”

      Nediminin bu felsefeyi tamamıyla kavramadığını zannederek açıklamaya girişti.

      “Lalamda babama benzer görünüşler bulduğumu söylerken şaşırdın, değil mi? Hâlbuki şaşılacak bir şey yoktur. Ben insanların ancak kendilerine benzeyenleri, benzer görünenleri ve hiç olmazsa benzeyecek olanları sevdiklerine, sevebileceklerine inanırım. Fikir uygunluğu denilen halet de bundan başka bir şey değildir. Eğer babam kendi düşüncelerinin, kendi duygularının birçoğunu Piri Paşa’da bulup sezmeseydi, onu vezir edinmezdi ve hele kafasını koparmadan yıllarca yanında bulundurmazdı. Ben de senin şahsında bana biraz benzerlik bulmasam nedim olmak şerefini sana vermezdim, sadrazamlığı da omzuna yükletmeyi düşünmezdim.”

      İltifat büyüktü; bunu İbrahim kadar Süleyman da kavradı ve düzeltme gereği gördü.

      “Senin bana benzerliğin yaş bakımındandır. İkimiz yaşıtız ve bu, seni bana yaklaştırıyor. İhtiyarlığın Lalamı benden uzaklaştırması gibi!”

      Hasodabaşı, kıymeti büyük oranda küçültülmüş olmakla beraber yine cihan değer bir mahiyette kalmış olan şu iltifattan dolayı şükranını sunmak istedi, efendisinin ayaklarına kapandı.

      “Ben,” dedi, “senin kölenim, azat kabul etmez kölenim. Emrinle, lütfunla yedi düvele birden hükümdar olsam eşiğinde hizmetkâr olmaktaki saadeti bulamam, yine kapından ayrılmam.”

      Süleyman, gerçekten beğenip takdir ettiği kölesinin sözlerini bariz bir kayıtsızlıkla dinliyordu. Çünkü topuklarına kasideler işlenmesini ve eteğine şiirler asılmasını kanıksamıştı. Aynı zamanda zihnini Piri Paşa meselesi işgal ediyordu. Onu görevden almak kendince zorunlu bir durumdu. Fakat adalet bakımından bu işi mazur gösterecek sebep yoktu. İleri sürmek istediği ihtiyarlık sudan bir bahane oluyordu. Çünkü zekâsı yerinde, sağlığı yerinde, çalışma gücü yerinde olan bir adamı, hele bir veziri ihtiyarlık yüzünden atmak, yaş olgunluğunu uluorta suç saymak akidesine yol açacaktı. Bu akidenin genelleştirilmesi hâlinde, bir gün kendisini de tahttan atmak isteyenlerin çıkmayacağını kim temin edebilirdi?

      Hünkâr, işte bu fikirleri zihninden geçiriyor ve nediminin sözlerini duymuyordu. Neden sonra kendini topladı.

      “Teşekküre gerek yok,” dedi, “kader böyle istiyor. Yeni idareye yeni adamlar gerek.”

      Bunu söylerken Hürrem’i hatırlamaktan geri kalmadı ve tatlı bir heyecan geçirdi. O da, şüphe yok ki, gönül bakımından bir yenilik sunuyordu. Demek ki taht üzerinde meydana gelen değişiklik devam edip gidiyordu ve bu, kaderin cilvesinden başka bir şey değildi.

      Süleyman, bu kuruntuyla vicdanında kımıldayan üzüntüleri giderdi, kararını kesinleştirdi. Tahtta kendisi, kalbinde Hürrem, Kubbealtı’nda İbrahim, yeniliğin göstergesi olacaklardı ve bu şekilde her şey yeni bir kuvvet, yeni bir kudret, yeni bir macera alacaktı. O, zihninde canlanan bu yenileşme sahnesinin mutlu neticelere varacağına da kanaat getirdiğinden neşelenmiş, nedimine yeni baştan iltifat ediyordu.

      “Bana sadakatle hizmet edeceğine, devletime yarar bir vezir olacağına kuşkum yoktur. İyi ve akıllı bir