Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

gözü bir sayfa üzerinde dikili kaldı. Piri Paşa adının birkaç yerde yazılı bulunması bu uyanıklığı yapmıştı.

      Süleyman, gözbebeklerinde alevlenip duran Hürrem’in hayaline bile hükmeden şu arsız kelimeyi uluorta geçemedi ve kitaba ünlü vezirin olmak üzere kaydedilmiş olan şiirleri dikkatle okumaya koyuldu. Bunlar, âşıkane yazılmış gazeller olup, şimdi Padişahın hoşuna gidiyor ve her mısra, dudaklarında besteli bir ahenk alıyordu.

      O güne kadar şairliğine hiç de değer vermediği Sadrazamın yanık yazar bir ehlidil olduğunu anlamak, Süleyman’ı âdeta sevindirdi. Kıymetli birkaç elmas elde etmiş gibi hazla bu şiirleri incelemeye koyuldu. Gazelin birisi şöyleydi:

      Şeb-i zülfünde kalanlar zulûmat ile yürür

      Erişen lebleri âbine hayat ile yürür

      Zahidi hasreti mey şöyle zayıf eyledi kim

      Elde tespih ü asası salâvat ile yürür

      Remzi ya! Kaddine benzer nice serv ola ki ol

      Salınır şiveler ile harekât ile yürür.

      Süleyman bu gazeli birkaç kere okudu ve birkaç kere içini çekti.

      “Herif,” dedi, “âşık. Öyle olmasa böyle söylenmez, söylenemez.”

      Yine Piri Paşa’nın olmak kaydıyla kitaba geçirilen şu beyiti daha çok beğendi:

      Ney yine feryada başlar her nefes,

      Var iken la’lin gibi feryâd – res!

      Şimdi, görevden almak istediği ihtiyar Vezir için yüreğinde bir acı duyuyor, onu incitmemek ve yerinde bırakmak arzusuna kapılıyordu. Lâkin kitabı kapayıp da düşünmeye dalınca o dilek söndü, eski azmi tazelendi ve dudaklarında bir felsefe belirdi.

      “İhtiyar kadın dudağında tebessüm ne ise, kocamış şair ağzında da şiir odur. Biri gözü, biri de kulağı incitir. Ben gencim ve yanımdakileri de genç isterim. Koca Piri’ye yakışan bir köşeye çekilmek, kendi kendini avutmaktır.”

* * *

      Büyük, hayli büyük bir saz âleminden sonra hareme giren Süleyman, henüz gerdek görecek toy bir güvey gibi heyecan içindeydi. İbrahim’in yayı, o gece teller üzerinde değil, onun yüreğinde kıvranmış ve bu yüreği inim inim inletmişti. Şimdi o iniltilerin yorgunluğunu Hürrem’in berrak sesiyle yıkamak istiyordu.

      Özlemek haddini birden aşarak tahammül olunmaz bir arzu derecesi alan coşkun bir ruh hâli içinde bulunduğundan, anasını görmeyi ihmal etmişti. Doğruca kendi dairesine girip Hürrem’i çağırtmıştı. Ellerini ovuşturarak odada dolaşıyor ve yar-ı canının eşikte görünmesiyle beraber söyleyeceği hasret şiirinin ezberini yapıyordu. Hürrem’in, bir gece evvel tattığı mutluluğun yorgunluğunu taşıyarak, o gün sahip olduğu şahane bahşişlerin şükranını tekrar ederek koşa koşa geleceğini kuruntuluyor ve onu konuşturmadan yeni bir haz âlemine sürüklemek için planlar hazırlıyordu.

      Fakat beklenen güneş doğmadı. Hürrem gelmedi ve ona davet müjdesini götüren kadın, iliğine kadar işlemiş bir hayretin sersemliğini kekeleye kekeleye şu haberi getirdi:

      “Küçük cariyeniz gelmiyor, gelemem diyor.”

      Süleyman, yanlış duyduğunu sandı, alıklaşacak kadar şaşırdı ve kadının otuz iki dilime ayrılmış saçlarını yakalayarak haykırdı.

      “Gelmem mi diyor, gelemem mi diyor? Bir daha söyle bakayım lanet olasıca, bir daha söyle!”

      Kadıncağızın aklı birkaç bin zerreye ayrılmış ve her zerre bir damla ter olup saçlarından bir kılın dibine akmış gibiydi. Acılı ve perişan tekrar ediyordu.

      “Gelmiyor, gelemem diyor.”

      Hünkâr, bileğine doladığı otuz iyi örgüyü hırsla çekti, kadının başını insafsızca sarstı.

      “Nasıl gelmez, kâfir? Nasıl gelemem der, habis? Ona iftira edip kanına girmek istiyorsun, değil mi? Dur öyleyse, sana iftiranın ne demek olduğunu öğreteyim.”

      Gözü dönmüş, belinden hançerini çıkarmaya savaşıyordu. Fakat kırılmış hülyalardan yüreğine ve sarsılmış sinirlerinden bütün benliğine bulaşan acı sebebiyle eli ayağı titrediği için hançeri kınından çıkaramıyordu. Gülünç bir telaş içinde bocalıyordu. Kadın, hayatının gerçekten tehlikeye düştüğünü sezerek ağlıyor, yalvarıyordu.

      İşte bu sırada Valide Sultan içeri girdi, delirmiş gibi görünen oğlunun hançer kabzasına yapışık elini yakaladı.

      “Aman Aslanım,” dedi, “Nedir bu hâl? Şimdi inmeye uğrayıp ayaklarının dibine yıkılacağım. Kendinden geçmişsin, sararıp solmuşsun. Cihan bir yana, sen bir yana. Bu fâni dünyada ne olabilir ki seni böyle zıvanadan çıkarsın, sağken hasta etsin?”

      Süleyman hızlı bir tepki verdi, aşkta uğradığı hayal kırıklığını ana şefkatiyle tamir etmek isteğine kapıldı, ölüm teri döküp duran kadının saçlarını bırakarak Hafsa Sultan’ın ellerine yapıştı.

      “Bilsen, ah bilsen,” dedi, “ne kadar kızgınım.”

      Ana, sesini biraz daha tatlılaştırdı ve oğlunu okşar gibi bir edayla sordu.

      “Ne oldu Aslanım? Tatsız bir haber mi aldın?”

      “Daha ne olacak, valide. Şu lanet olası kadın, bizim Hürrem’e iftira ediyor.”

      “Nasıl iftira?”

      “Buraya gelmesini söyletmiştim. Güya gelmem, gelemem demiş. Hiç Hürrem bu haltı eder mi? Ben gel derim de koşarak gelmez mi? Şayet gelmezse başının kopacağını bilmez mi?”

      Hafsa Sultan, gamlı gamlı başını salladı.

      “Şu halayığın boş yere kalbini kırmışsın, Aslanım. Çünkü sana duyduğunu söylemiştir. Hürrem gelmez, gelemez!”

      Süleyman yeniden alevlenmek üzereyken, Hafsa, yüzünü halayığa çevirdi.

      “Hürrem niçin gelemeyeceğini de söyledi mi?”

      “Söyledi, Efem!”

      “Ya sen Aslanıma niçin söylemedin?”

      “İzin vermediler, celallendiler, Efem.”

      “Haydi, ayak öp, suçunu bağışlat!”

      Hünkâr, yürekleri altüst edecek bir sesle gürledi.

      “Ben kabıma sığmıyorum, yerimde duramıyorum; sen edep, erkân sayıklıyorsun valide! Şimdi ayak öpmenin, öptürmenin sırası mı? Bırak şu uğursuzun yakasını. Ne bilirse söylesin, ben de ne yapacağımı bileyim.”

      Kadıncağız, ölümden kaçar gibi bir telaşla anlattı.

      “Hürrem kız, ‘Efendimizin huzuruna çıkacak yüzüm kalmadı. Ben satın alınmış et parçasıymışım. Öyleyse Şevketli Hünkârın yanında işim ne. Yüzüm gözüm de yara içinde, bere içinde. Saçlarım yoluk, kopuk. Bu biçimle Efendimin yanına gitmekten utanırım. Mübarek gözlerini kanlı yüzümle, hırpalanmış saçlarımla niçin inciteyim,’ dedi.”

      Padişah, hayretten acıya, acıdan hiddete geçiyordu. Bu sözleri dinlerken sararıp kızarıyor, kızarıp bozarıyordu. Hürrem’in ağır bir hakarete uğradığını artık anlamıştı. Müthiş bir kızgınlık buhranına kapılacak gibi oluyordu. Fakat hakaretin derecesini henüz takdir edemediği için köpürüp coşmamak için sabır gösteriyordu. Zihninde zalim bir endişe de yüz göstermişti. Anasının davetsiz yanına gelişini, haberci kadını öldürmekten kurtarışını, Hürrem