Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

kâğıtları kim getirdi size?”

      “Mısırlı Pir Ali Reis!”

      “Efendimi de gördü mü bu Pir Ali?”

      “Hayır, bizim Hasodabaşı İbrahim’i tanır o.”

      “Demek İbrahim Ağa bu yazıp çizme işini idare ediyor. Ben kuluna da haber vermeye lüzum görmüyor.”

      “Vay, kıskandın mı İbrahim’i?”

      “Kıskanmadım, kıskanmam da. Fakat Padişahımın birinci hizmetkârı benim. Devleti savaşa götürecek işleri herkesten önce benim bilmem gerekir. Bugün İbrahim, yarın Ahmet, öbür gün Hüseyin devlet işlerine perde arkasından parmak uzatırlarsa düzen bozulur. Efendime bunu söylemek istedim.”

      Süleyman, mahcup ettiğini sandığı ihtiyar Vezirin birden saldırmaya ve hakaret etmeye başladığını görünce kızmıştı, fakat onu yerinde ve zamanında cezalandırmayı daha uygun bularak hiddetini yendi, sesini biraz tatlılaştırdı.

      “Senden saklı bir iş yapılmış değildir. İşte, kâğıtlar hep elinde. Sonra düşün ki İbrahim’in maksadı bana ve devletime hizmettir. Eğer o, adadaki Rum kızlarından biriyle denizci Mahmut Reis’in seviştiğini haber almasa, Pir Ali Reis’ten de faydalanmayı düşünmese, biz ne Almaral’ı ne de Hekim Sala-mon’u elde edebilirdik.”

      Piri Paşa bariz bir hayretle sordu.

      “Arada bir Rum kızı da mı var?”

      “Evet, var. Bu kız, genç şövalyenin kapatmasıdır. Herifi sever görünür ama bizim Mahmut Reis’ten iki piç kazanmıştır. Şövalye bu çocukları kendinin sanıyor. Varsın, yine öyle sansın. Orası bize gerekmez.”

      “Gerçekten kocamışım, bunamışım Padişahım. Şu kıssadan bir şey anlamadım.”

      “Dur anlatayım, Lala, kıssa çok nefistir. Mahmut Reis iyi Rumca bilir. Bizim İbrahim’in de dostu. İbrahim onu Moralı kılığına soktu, bezirgânmış gibi birkaç kere Rodos’a yolladı. O, mal alıp satmak bahanesiyle orada bize casusluk edecek adamlar arıyordu. İlkin bu kızla tanıştı, çarçabuk sevişti, iki yıl içinde onu iki kere ana yaptı. Bir yandan da onu kılavuzlukta kullanıp Hekim Salamon’la Almaral’ı elde etti.”

      “Pir Ali Reis nereden çıktı?”

      “Mahmut Reis adadan ayrılışlarında İstanbul’a gelmiyor, hep Mora’ya gidiyor. Çünkü şövalyelerin de İstanbul’da casusları var. Onun için ihtiyat etmek lâzım. Pir Ali Reis ise, İbrahim vasıtasıyla benden aldığı emir üzerine, Mora sularında dolaşıyor, Mahmut Reis döndükçe kendisiyle görüşüyor, getirdiği kâğıtları alıp buraya yolluyor.”

      “Şu hâlde kale içinden alınmış demektir. Ferman buyurursanız harekete geçelim.”

      “Mümkünse şimdi!”

      Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da bir dul kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı.

      “Sadrazam,” dedi, “Rodos’a yapılacak seferin vaktinin geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vaktinin geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı, yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”

      Hasodabaşı, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı.

      “Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”

* * *

      Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman hareme girmedi, kadınlarla ilişki kurmadı, Hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyorlardı. Hükümdar, savaş hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı. Kendisi, zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık Padişahın ağzında efsunlu bir meze, bir çerez halini almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.

      Yalnız şarap değil, saz da Hürrem’i anmak ve andırmak için vesile olup gidiyordu. İbrahim yaya el vurup sazının tellerini,

      Beni senden sanema kimse cüda eyleyemez,

      Meğer ol gün ki gele, canı yerinden ayıra,

      diye yanık yanık söyletince, Süleyman padişahlık kibrinden sıyrılır gibi oluyordu. “Öyledir İbrahim, öyle. Teller doğru söylüyor,” diye inim inim inliyordu. Bazen yüreğinde alevlenen aşkın etkisiyle çılgına döner, İbrahim’e söylediği besteyi yarıda bıraktırarak haykırırdı.

      “Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım şeyi oku.”

      Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:

      Dağı gamın ki mihr ü muhabbet nişanıdır,

      Sinemde saklarım ki saadet nişanıdır.

      Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı.

      “Sana bir değil, bin değil, yüz bin can feda; niye gam çekersin? Çekil halvete, dilediğin kâmı al. Önünde engel mi var?”

      O vakit Hünkâr acı acı gülümserdi.

      “Bu bir sırdır, ruh sırrıdır. Ben ona başka türlü âşığım. Gel desem geleceğini bilirim, hatta öl desem öleceğini bilirim. Çünkü ben padişahım, o bir halayıktır. Fakat bu, durumun dışyüzüdür. İçyüzüne gelince yerlerimiz değişiyor. O sultan oluyor, kölelik bana düşünüyor. Böyle olunca da gel demek, öl demek onun hakkı!”

      “Siz işaret buyurun, o gel demekten çekinmez, çünkü haddine düşmez, Hünkârım.”

      “Çekinmez belki. Fakat âşıklar mezhebinde teklife yer yoktur. Sevgili, zamanında merhamet eder, âşığı ölümden kurtarır.”

      Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir örnek gösterdi.

      “Rahmetli babamla elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne zorba, ne de kahrediciyiz. Hâlbuki aşk, o gerçekten yavuz kişiyi de hâlden hâle düşürmüştü. Acı ve gözyaşı içinde,

      Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân,

      Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek,

      diyen babam değil miydi?”

      Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı, yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi.

      “Haklısınız, Hünkârım,” derdi, “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın büyüklüğünden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat,

      Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka,

      Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi,

      sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”

      İbrahim