Elif Usman

Aşk başka yerde


Скачать книгу

tesadüflerle doludur. Öyle ki, tesadüf dediğimiz şeyin belki de sadece tesadüf olmadığını düşündürür insana bazen. Bu “anlamlı” tesadüfler, çoğu zaman önemli bir dönüm noktasına işaret ederler. İnsan ancak geriye dönüp baktığında, hayatının tam da o noktasında o tesadüfün veya karşılaşmanın yaşanmış olmasının gerçek önemini ve anlamını kavrar. Bu çok basit veya küçük görünen bir olay da olsa, görür ki, hayatına önemli bir ivme kazandırmış, gitmekte olduğu yola yeni bir yön vermiş, hatta bazen yönünü tamamen değiştirmiş, kaderini geri dönüşü olmayan bir biçimde etkilemiştir. Çoğumuz kendimizi, “O gün oraya gitmeseydim,” veya “Onunla hiç karşılaşmasaydım,” ya da “… olmasaydı, şimdi hayatım tamamen farklı olurdu,” derken yakalamışızdır.

      Umut da ona yıllar sonra böyle dedirtecek insanların ilkiyle işte o gün karşılaşmıştı. Bu karşılaşmanın büyük önemini o an bilmesi imkânsızdı ama içinde bir yerde hissetmişti sanki bunu. Hissetmese korku ağır basar ve hemen o an kaçardı oradan. Çünkü adamın görünümü, hali tavrı gerçekten de korkutucuydu. Ama buna rağmen kaçmadı Umut. Uzun bir süre ne yapacağını bilemeyerek durdu yolun ortasında. Ruhunda yine düşman kardeşlerin savaşı başlamıştı. Ölüye benzeyen adamın uyandırdığı merak ile korku hiç zaman kaybetmeden kavgaya tutuşmuşlardı. Korku, hemen oradan uzaklaşmasını; merak maskesine bürünmüş o isimsiz his ise adamın peşinden mezarlığa girmesini söylüyordu. Sonunda her zamanki gibi merak, veya adını bilmediği o his, kazandı. Umut; yenilgiyi hazmedemeyen, sözünü dinletemese de vazgeçmeyen, asla susmak bilmeyen korkunun sesini duymamaya çalışarak mezarlığa doğru ilerledi.

      Babasını ziyaret etmek için hemen her gün gide gele ezberlediği mezarlık yolunda etrafına bakınarak, gözleriyle az önceki adamı arayarak yürüdü. Sonunda onu gördü. Üstünü otlar bürümüş bakımsız bir mezarın başında çömelmiş duruyordu. Umut’a arkası dönüktü. Umut, gözleri adamda, babasının mezarına doğru ilerledi. Mezarın başında durup her zaman oturduğu taşın üzerine oturdu. Bulunduğu yerden adamın yüzünü görebiliyordu artık. Başını elleri arasına alıp gözlerini ona dikti ve ilgiyle onu izlemeye koyuldu.

      Adam, sadece birkaç metre uzağında duran Umut’u görmemişti. Kilitlenmiş gibi kıpırdamadan ve gözlerini ayırmadan, başucunda durduğu mezar taşına bakıyordu. O denli sessiz ve hareketsizdi ki bir heykeli andırıyordu. Umut onun ağlamakta olduğunu çok sonra fark etti. Adamın ifadesiz gözlerinden sicim gibi akan gözyaşları, ıslak saçlarından yüzüne süzülen yağmur damlalarına karışıyordu.

      Ansızın çok tuhaf bir şey oldu. Heykel kıpırdadı. Bir fotoğrafa bakıyormuşçasına dalıp gitmiş olan Umut irkildi. Adam doğruldu. Elini ağır ağır ceketinin cebine götürdü. Cebinden bir silah çıkardı. Silahı yüzüne yaklaştırdı. Namlunun ucunu şakağına dayadı. Parmağı tetiğe gitti…

      Tam tetiği çekmek üzereyken Umut’un dudaklarından istemsiz bir çığlık koptu.

      Adam durdu. Başını kaldırdı ve Umut’u gördü. Umut da ayağa kalkmış, dehşet içinde ona bakıyordu.

      “Yapma,” deyiverdi, konuşacak cesareti nasıl bulduğuna kendi bile şaşarak.

      Adamın yüzünde şaşkınlığa benzer bir ifade belirdi.

      Umut başka ne diyeceğini bilemedi. Sessizce adamın elindeki silaha baktı. Adam da onun bakışlarını takip ederek gözlerini silaha çevirdi, sanki ilk kez görüyormuş gibi baktı kendi elindeki silaha. Sonra bakışlarını tekrar Umut’a çevirdi.

      Uzun, göz göze bir sessizlik oldu. İçinde bulundukları durum o kadar tuhaftı ki ikisi de ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor, tedirgin bir halde dikiliyorlardı. Uzayan sessizlik tedirginliklerini daha da arttırıyordu. Sonunda adam kendini toparladı, silahı cebine koydu. Umut’a acı ve utanç dolu son bir bakış atıp döndü, kaçarcasına uzaklaştı oradan.

      Bir çocuğun gözleri önünde kendini öldürecek kadar acımasız değildi.

      Umut, hâlâ devam etmekte olan yağmurun altında, adamın giderek küçülen bir noktaya dönüşmesini izledi. Nokta iyice küçülüp tamamen gözden kaybolduktan sonra babasının mezarı başından ayrıldı. Az önce adamın başucunda durduğu mezara yaklaştı. Onun ağlayarak baktığı mezar taşına baktı. Taşın üzerindeki silikleşmiş yazıları, doğum ve ölüm tarihlerini okuyunca, orada, otuz sene önce, henüz yirmi yaşındayken ölmüş bir kadının yattığını öğrendi. Umut daha dünyaya gelmeden yıllar önce ölmüş bu kadının adı Filiz’di.

      Yağmur başladığı gibi aniden dinmişti. Üstü başı sırılsıklam olmuş ve çamura batmış olan Umut, o halde okula gitmek istemiyordu. Zaten geç kalmıştı. Öğretmenin geç kalanları nasıl karşıladığı malumdu. Zihninde sanki o anı yaşıyormuşçasına bütün detaylarıyla canlandı sahne. Neler olacağını görmek için yaşamasına gerek yoktu. Zaten biliyordu.

      Kapıyı çalacaktı. İçeriden öğretmenin “Gel!” diyen sesi duyulacaktı. Umut kapıyı açıp sınıfa girecekti. Bütün başlar ona çevrilecekti. Sınıfta bir an süren derin bir sessizlik olacaktı. Arkadaşlarından bazıları acıyarak, çoğunluğu da alaycı bir ifadeyle Umut’a bakacaktı. Öğretmenin yüzündeki kızgınlık maskesinin altında ise birine işkence yapma fırsatı bulmuş olmanın verdiği derin hazzı görecekti. Öğretmen, sessizlik işkencesini Umut’u baştan ayağa, sonra yine ayaktan başa süzerek mümkün olduğu kadar uzattıktan sonra yavaşça ayağa kalkacaktı. Önce alaycı bir sesle konuşmaya başlayacaktı. “Ooo, Umut Bey teşrif etmişler nihayet. Daha erkendi, öğlene doğru gelseydiniz. Eee, kolay değil. Sabaha kadar beşik sallıyorsunuz.” Alaycı yönünü tatmin ettikten sonra hızlı bir geçişle hakaret safhasına atlayacaktı. “Ulan kaz kafalı, ulan gerizekalı, geç kalınmayacak demedim mi ben kaç kere? Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorsunuz, tek işiniz şuraya gidip gelmek, bunu bile beceremiyorsunuz. Yok, sizden adam olmaz. Anca hıyarağası olur.” Bu esnada Umut, kıpkırmızı olmuş bir halde sınıfın ortasında dikilecekti. Bu işkencenin ne zaman biteceğini bilmeden, sabırla bekleyecekti. Bütün gözleri üzerinde hissetmek yüzünü daha da kızartacaktı. Böyle durumlarda hep olduğu üzere, yerin yarılmasını, içine girmeyi, bir daha da çıkmamayı dileyecek ama maalesef bu dileği gerçek olmayacaktı. Öğretmen içinde büyüyen şiddet arzusunu, bağırıp çağırmakla gideremeyerek Umut’a yaklaşacak ve vurmaya başlayacaktı. Karşısında bir insan değil de bir çuval varmış gibi acımasızca vuracaktı. Umut’un canını dayaktan çok, bütün sınıfın gözleri önünde rezil olmanın utancı yakacaktı.

      Umut, bütün olacakları kafasında gördükten sonra kesinlikle karar verdi okula gidemeyeceğine. Ama eve de dönemezdi. Çünkü evde de anası ile yaşayacaktı benzer bir sahneyi. O da, niye okula gitmedin diye kıyameti koparacaktı. En iyisi, hiçbir şey yapmadan orada beklemek, sonra da okuldan her zamanki çıkış saatinde eve dönmekti. Ertesi gün de öğretmene hasta olduğunu söyleyebilirdi. Bu yalanı yiyordu genellikle.

      Kararını verdikten sonra babasının mezarı başında oturup, az önce tanık olduğu o acayip olayı ve o acayip adamı düşünmeye devam etti. Kimdi acaba o adam? Köyden biri olmadığı kesindi. Daha önce hiç görmemişti onu çünkü. Belli ki köye yeni gelmiş bir yabancıydı. Ama yabancıysa, köy mezarlığında yatan o kadının mezarı başında ne işi vardı? O mezarlığa sadece köyün yerlileri gömülürdü; tutucu köylüler yabancıların ölüsünü de dirisini de istemezlerdi aralarında. Demek ki Filiz, yani o mezarda yatan kadın, köyden biriydi. O adam da onun bir yakını, akrabası filan olmalıydı. Belki de komşu köylerden birinden veya kasabadan ya da belki de büyük şehirden gelmişti.

      Birden