cümlesini duyunca yemekhaneye gittim.
Tabağıma bir gazete konmuştu. Chicago’nun günlük gazetesinin sabah baskısıydı. Dünyadan tamamen kopmamak için herhalde, başlıklara göz gezdirdim.
“Büyükbabanız gazeteyi nadiren incelerdi. Bay Glenarm daha çok eski zamanlarla ilgilenirdi. İfademi bağışlayın efendim ama pek çağdaş değildi.”
“Bu konuda çok haklısın Bates. Görüşleri de tam anlamıyla ortaçağa aitti.”
“Bu ifade için teşekkür ederim, efendim. Onun bunu kendi için söylediğini sık sık duyardım. Sade omlet, büyükbabanızın çok sevdiği bir yemekti. Umarım siz de seversiniz, efendim.”
“Çok güzel olmuş, Bates. Ayrıca kahven de nefis.”
“Teşekkür ederim, Bay Glenarm. Elimden geldiğince işte, efendim.”
Beni pencereyi görecek şekilde oturmuştu. Rahat ve güvende hissetmem için gösterdiği özeni takdir ettim. Kırık cam, bir gece önce beni kıl payı ıskalayan kurşunun hikâyesini anlatır gibiydi.
“Bugün tamir ederim, efendim,” dedi Bates, cama baktığımı görünce.
“Burada bir yıl geçirmem gerektiğini biliyorsun. Şartları bildiğini varsayıyorum,” dedim, birbirimizi anlamamızın iyi olacağını hissederek.
“Kesinlikle, Bay Glenarm.”
“Ben öğrenciyim, biliyorsun. Tek istediğim yalnız kalmak.”
Bunu ona bildirmekten çok kendimi rahatlatmak için söylemiştim. Karşımdaki adam kuşkusuz Pickering’i temsil ediyor ve emirleri de ondan alıyordu ama benim de otoritemi az da olsa ortaya koymam iyi olabilirdi.
“Bir iki gün içinde ya da işte buraya alışır alışmaz, çalışmak için kütüphaneye yerleşeceğim. Sabahları yedi buçukta kahvaltı, bir buçukta öğle yemeği, yedide de akşam yemeği verirsin bana.”
“Bunlar tam da merhum beyefendinin saatleri, efendim.”
“Çok güzel. İstediğin yemeği yapabilirsin. Sadece koyun çorbası, etli börek ve konserve çilek yemem. Teneke kutulardaki çilekler, Bates, insanın neşesini yükseltecek şekilde yetiştirilmiyor.”
“Sizinle tamamen aynı fikirdeyim, efendim, affınıza sığınarak.”
“Ve faturalar…”
“Onları Bay Pickering karşılıyor. Evin masrafları için bana bir ödenek gönderiyor.”
“Sen de şimdiye kadar ona rapor veriyordun, öyle mi?”
Bir kibrit çakarak puromu yaktım ve dumanı yok olana dek dikkatle izledim.
“Sanırım durum bu, efendim.”
Baskı altında olmak, özgürlüğünüzün kısıtlandığını hissetmek, ispiyonlandığınızın farkında olmak pek hoş değildi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp hole çıktım.
“Kendinize ait bir anahtar istersiniz herhalde,” dedi Bates peşimden gelerek. “Bahçe duvarındaki kapılar için iki, St. Agatha kapısı için bir anahtar var. Bakın, hepsi işaretli. Bu ev kapısının anahtarı. Şu da dün gece istediğiniz kayıkhane anahtarı.”
Eşyalarımı açmakla geçen bir saatin ardından araziye gittim. Pickering’e buraya vardığımı haber vermemin iyi olacağını düşünerek ona bir telgraf çekmek için Annandale’e doğru yola koyuldum. Serin hava ve iç açıcı güneş ışığı birden içimi hafifletti. Gece vakti tuhaf ve karanlık görünen, gündüz vakti gayet açıktı.
Bir gece önce araziye girdiğimiz kapıyı zorlanmadan buldum. Taş duvar pek ince değildi elbette. İşçiler tarafından hakkıyla yapılmıştı ve kafamdan bu duvarın muhtemel maliyetini şaşkınlıkla hesaplamaya çalıştım. Paranın Indiana ormanlarına duvar örmekten çok daha tatmin edici yerlere harcanabileceğini düşündüm. Ama burası benimdi, yani hemen hemen benimdi ve merhum büyükbabamın meraklarıyla savaşmanın bana bir faydası yoktu. Bir yılın sonunda istersem duvarı yıkabilirdim. Henüz tamamlanmamış eve gelince de ister satar ister zevkimce yeniden yaptırırdım.
Genel olarak oldukça tatlı bir haletiruhiye içindeydim. Bir gece önceki kurşun hadisesiyle ilgili tereddütlerim mavi göğün ve ısıtan güneş ışığının altında giderek siliniyordu. Yolda birkaç köylü yanımdan geçtiler ve kırsala özgü bir üslupla selam verdiler. Bir yandan da açıkça görülen bir ayıplama ifadesiyle golf pantolonumu incelediler. Göle ulaştım ve durgun sularını memnuniyetle izledim. Annandale’in ana caddesinin girişinde birkaç küçük buharlı tekne ve birkaç tek yelkenli kış için sökülmüştü. Ben geçerken adamın biri küçük bir sandalla rıhtıma yanaşarak teknesini bağladı. Hızlı adımlarla köye doğru ilerlemeye başladı ama sonra dönüp köylülere has bir dürüstlükle bana baktı.
“Günaydın!” dedim. “Civarda hiç ördek var mı?”
Duraksadı, başıyla selam verdi ve adımlarını bana uydurdu.
“Hayır. Sıkıntıya girmeye değecek kadar yok.”
“Üzüldüm. Birkaç tane avlarım diyordum.”
“Herhalde buraların yabancısısın,” dedi adam beni tekrar süzerek. Golf pantolonum şüphesiz beni bir yaratık gibi gösteriyordu.
“Öyle sayılır. Adım Glenarm, yeni geldim.”
“O olabileceğini anlamıştım. Seni köye bekliyorduk asıl. Ben John Morgan, göl kenarındaki yenilenen evlerin bekçisiyim.”
“Sanırım buralarda herkes büyükbabamı tanıyor.”
“Eh, yani. Tanıyoruz da denebilir tanımıyoruz da. Yanına hevesle gidebileceğin biri değildi. Daha çok kendi halindeydi. Bizi dışarıda tutmak için koca bir duvar yaptırdı ama zahmet etmesine gerek yoktu. Biz insanların işine burnunu sokan tipler değiliz. Yazın gelenlerin de ona hiç sıkıntı vermediğinden emin olabilirsin.”
Sesinde bir gücenme tınısı vardı. Telaşla atıldım.
“O duvarın yapılma amacını yanlış anladığından eminim. Büyükbabam mimarlıkla ilgileniyordu. Bu onun hobisiydi. Ev ve duvar, deneyinin sınırlarını belirliyordu. Kendi meraklarını gidermek için. Umarım köydeki insanlar onun anısına karşı yahut bana karşı kırgınlık içinde değillerdir. Hem işgücü olması buradaki insanlar için iyi bir şey olmalı.”
“Olabilirdi,” dedi adam terslenerek. “Ama sıkıntı da orada zaten. Buraya onun için çalışsınlar diye bir sürü tuhaf adam getirip onlarla sözleşme yaptı. İtalyanlar, Yunanlar ve başka başka yabancılar. Duvarı onlar inşa ettiler. Sonra da bir altı ay kadar içeride çalıştılar. Hava almaları için bile dışarı çıkartmadı onları. İşleri bitince de hepsini bir günde trene bindirip uzaklara gönderdi.”
“Tam onun tarzı,” dedim, büyükbabamın gizemli hallerini keyifle hatırlayarak.
“Sanırım biraz kaçıktı,” dedi adam kendinden emin bir sesle.
Glenarm Malikânesi’nin sakinleriyle dostane ilişkiler kurmanın pek umurunda olmadığı açıktı. Kırk yaşlarında, açık tenli, sarı sakallı ve soluk mavi gözleri olan bir adamdı. Üzerinde kaba saba bir kıyafet vardı ve gevşek bir şapka takmıştı.
“Eh, sanırım onunla ve yaptıklarıyla ilgili sorumluluk almam gerek,” dedim adamın sertliğine gücenerek.
Köyün merkezine vardığımızda birdenbire yanımdan ayrıldı ve caddenin karşısına geçerek dükkânlardan birine girdi. Ben tren istasyonuna doğru ilerlemeye devam ettim. Orada notumu yazıp ödememi yaptım. Ceplerimde bozukluk ararken istasyon şefi beni dikkatle inceledi.
“Telgrafınızın