Meredith Nicholson

Bin mumlu ev


Скачать книгу

şahitlik etmesi için kâtiplerden birini çağırdı.

      “Mülkü ne zaman sahiplenebilirsin?” diye sordu. “Kaydını düşmem gerek.”

      “Yarın Indiana’ya doğru yola çıkarım,” diye yanıtladım.

      “Acelecisin,” diye yanıtladı az önce imzaladığım kâğıdı dikkatle dörde katlarken. “Yola çıkmadan önce benimle bir yemek yersin diye ummuştum ama sanırım Doğu’daki kahve ve pazarlardan sonra New York sana fazlasıyla yavan gelecek.”

      Gezdiğim yerlerden bahsetmesi beni tekrar öfkelendirdi çünkü bu en hassas olduğum konulardan biriydi. Yirmi yedi yaşındaydım ve babamdan kalan mirası yiyip bitirmiştim. Pek çok ülkenin lezzetini tatmıştım ve büyükbabamın mirası için bir yılımı daha önce hiç görmediğim, hiç de ilgimi çekmeyen Indiana’daki terk edilmiş, ıssız bir çiftlikte geçirmek zorundaydım.

      Odadan çıkmak için ayaklandığımda Pickering tekrar konuştu:

      “Bana ara sıra, -mesela ayda bir diyelim- bir pusula yazıp orada olduğunu bildirmen yeterli olacaktır. Postane Annandale’de.”

      “O zaman köyde kartpostalları birine verir, ayda bir göndermesini ayarlayabilirim yani.”

      “Öyle de olur,” diye yanıtladı düz bir sesle.

      “Açlıktan ya da can sıkıntısından ölmezsem tekrar görüşürüz belki. Hoşça kal.”

      Resmiyetle el sıkıştık. Sonra ondan ayrılarak gözleri hevesle bakan, kaygılı adamlarla dolu bir asansörle aşağı indim. Hiç değilse iş gibi bir derdim yoktu. Piyasa yükselmiş mi düşmüş mü, hiç fark etmezdi benim için. Kalabalık Broadway boyunca Trinity Kilisesi’ni geçip bir bankaya girdiğimde ve kredi mektubumda kalan parayı çektiğimde, lanetim sayılabilecek macera ruhu kalbimi hızlandırmıştı. Bin dolardan biraz az bir miktarı nakit olarak çekmiştim.

      Veznedarın penceresinden ayrılıp arkamı döndüğümde, dünyada görmeyi bekleyeceğim son insanla karşı karşıya kaldım.

      Bu, İsa Efendimizin doğumundan bin dokuz yüz bir yıl sonraki ekim ayında gerçekleşti.

      İkinci Bölüm

      SHERRY'S'DEKİ YÜZ

      “Beni biraz olsun seviyorsan adımı telaffuz etme!” dedi Laurance Donovan ve beni kenara çekti. Elimi görmezden geldi ve ayrıca en son Kahire’de görüştüğümüz düşünülürse son derece şaşkınlık verici olan tesadüfi karşılaşmamıza sıradan bir şeymiş muamelesi yaptı.

      “Allah Allah!

      Karşımdakinin Larry olduğu su götürmezdi. Çölün sıcağını hissedebiliyor, deve sürücülerinin küfürlerini ve ilerideki bir pencerenin altında bir fenalık tasarlayan Sudanlı rehberlerimizin sesini duyabiliyordum.

      “Eee?” dedik ikimiz de soru sorarcasına.

      Elleri cebinde, bankanın seramikli zemininde hafifçe öne arkaya sallanıyordu. Bir kez daha böyle durduğunu görmüştüm. Dört gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Habeşistan’daydık ve rehberlerimiz bizi olabilecek en kötü yerde kaybetmişlerdi. O zaman da gözlerinde aynı sakin bakış vardı.

      “Lütfen şaşırmış ya da korkmuş gibi davranma Jack,” dedi o tatlı sesiyle. “Bir saat kadar önce beni izleyen birini gördüm. Birkaç aydır peşimde. Yani bu kıyılarda bulunmam oldukça cesur ve özgür bir hareket. Adam muhtemelen hâlâ izliyordur, zira ısrarcı şeytanın teki. Yani burada takma bir isim kullanıyorum diyebiliriz. Doğu Yakası’ndaki konuk evinde kalıyorum. Seni oraya davet edemem ama seninle görüşmem gerek.”

      “Bu akşam Sherry’s’de yemek yiyelim.”

      “Çok büyük, fazla kalabalık…”

      “Başın beladaysa kalabalık daha güvenli. Sürgüne gitmek üzereyim ve gitmeden önce son bir kez medeni bir yemek yemek istiyorum.”

      “Belki de haklısın. Sen nereye gidiyorsun? Yine Afrika değil herhalde?”

      “Hayır. Indiana’ya. Amerika’nın egemen eyaletlerinden biri, biliyorsundur.”

      “Kızılderililer mi?”

      “Hayır, hepsinin öldüğü garanti.”

      “Yük treni, balon, otomobil, deve… Hangisiyle gideceksin?”

      “Kulağını dört aç. Çok kolay. Mesele oraya gitmekte değil, mesele oraya varınca can sıkıntısından ölmemekte.”

      “Of! Akşam yemeği için kaç diyorsun?”

      “Yedi. Girişte buluşalım.”

      “Kaçmayı başarırsam! İzin ver kapıdan önce ben çıkayım. Caddede de peşimden gelme lütfen!”

      Eldivenli ellerini arkasında tembelce kenetleyerek ilerledi. Broadway’de aylak aylak yürüyerek Battery’ye doğru döndü. Gözden kaybolmasını bekledikten sonra, şehrin yukarısına gitmek için bir araba tuttum.

      Laurance Donovan’la ilk kez Konstantinopolis'te, yemek yediğim bir kahvede karşılaşmıştık. Bir İngiliz’le kavgaya tutuşup adamı alt etmişti. Benim tarzım değildi ama Larry’nin düşmanını harcarken gösterdiği rahatlığı ve açıklığı sevmiştim. Sonradan onun hep böyle olduğunu öğrendim. İngiliz oldukça iyi niyetliydi ama elbette Larry’nin İrlanda’nın makus talihiyle ilgili hislerinin yoğunluğunu bilemezdi. Donovan’la tanışıklığımızın ilk zamanlarında ben de zaman zaman onunla tartıştım ama çok geçmeden idare etmeyi öğrendim. İrlanda meseleleri konusunda beni kendi görüşlerine ikna etti. İrlanda’nın kaybolan itibarını yeniden kazanma yolunun kafa parçalamak olduğu fikrini en az onun kadar ateşli bir şekilde savunur olmuştum.

      Konstantinopolis'te Amerika başkonsolosu olan arkadaşım mizah duygusundan yoksun biri değildi. Onu da hemen Larry’nin tarafına çektim. İngiliz adam intikam istiyordu ve bütün güçleri devreye soktu. Mantıklı olarak Larry’nin Britanya tebaası olduğunu, Amerikan konsolosunun ona sığınak sağlamaya hakkı olmadığını iddia ediyordu. Hukuken ve fiilen dayanağı sağlam bir iddiaydı. Ancak Larry, İngiliz değil İrlandalı olduğunu ve ülkesinin Türkiye’de bir temsilcisi olmadığı için nereden iltica teklifi gelirse oraya sığınma imtiyazına sahip olduğunu söylemişti. Larry her zaman tanıdığım en akla yatkın insanlardan biri olmuştu ve aramızda -Amerikan konsolosuyla ben yani- ondan övgüyle söz ederek kendisini korumuştuk.

      İşin komik yanını çok daha sonra öğrenmiştim. Larry aslında İngiltere doğumluymuş ve İrlanda’ya bağlılığı tamamen duygusal ve idealistmiş. Elbette ailesi uzun zaman önce İrlanda’dan gelip İngiltere’ye yerleşmiş. Ancak Larry kendini biraz biraz bilmeye başlayınca -reşit olmasa da- Oxford’dan ayrılmış ve Dublin’den mezun olmakta ısrar etmiş. Hatta ölüm perilerine bile inanıyor ya da inandığını düşünüyormuş. Üniversite yıllarında İrlanda’nın ulusal varlığının ayrılması gerektiğini savunan radikal ve kavgacı insanlarla arkadaş olmuş ve ara ara isyan çıkarmaktan bir ay hapis yatmış. Ama Larry’nin sezgileri bilime oldukça yatkınmış. Üniversitede parlak bir başarı gösterdikten sonra, yirmi iki yaşında dünyayı gezmeye çıkmış ve bu işi çok sevmiş. Babası meşgul bir adammış. Başka oğulları da olduğundan Larry’ye izin vermiş ve saygın birine dönüşmeye hazır olana kadar evden uzak durmasını söylemiş. Konstantinopolis'ten sonra kısa bir Avrupa turu yaptık ve ardından kayıp krallıkların bereketini aramak üzere Akdeniz’i geçtik birlikte. Orada üç yıl geçirdik. Kahire’de gayet dostane bir şekilde ayrıldık. O İngiltere’ye, sonra da çok sevdiği İrlanda’ya döndü. Maceralarımızın en karanlık günlerinde en vahşi Galce şarkılarını neşeyle söylerdi ve benimsediği ülkesinin Çimen’ine