gibi açıktı. Ama her nedense o açık kapılar onu her şeyden çok korkutmuştu. Koridorlarda koşturdu. Merdivenleri indi. Sonra öteki açık kapıları geçip arka mutfaktan çıktı. Tuğla duvarın kenarındaki yosun tutmuş yolu yürüyüp üç porsuk ağacının etrafını dolaştı ve binek taşını geçip ahırın önüne geldi. Burada da kimse yoktu. Ne arabacı ne de seyis yamakları ortalıktaydı. Ayrıca ahırın içi, arabalık, koşum odası ve samanlık boştu.
Philip eve geri dönmemesi gerektiğini düşünüyordu. Korkunç bir şey yaşanmış olmalıydı. Acaba çiftlik evinin hizmetçilerini biri mi kaçırmıştı? Philip dadıyı düşündü. En azından onun için böyle bir şey ihtimal dışıydı. Belki de büyüydü bu! Uyuyan Güzel masalındaki gibi bir şey olmuştu! Ama bu sefer yüz yıl uykuya yatırılmak yerine herkes ortadan kaybolmuştu.
Bu düşünce aklına geldiğinde ahır bahçesinde yapayalnızdı.
“Belki de görünmez hale getirilmişlerdir. Ya da herkes burada ve beni izleyip alay ediyorlar.”
Bunun üzerinde düşünmek için sessizce durdu. Hiç de hoş bir düşünce değildi bu.
Birden küçük sırtını düzleştirdi ve başını geriye attı.
“Korktuğumu göremeyecekler,” dedi kendi kendine. Sonra ambar geldi aklına.
“Hiçbir şey yemedim,” diye açıklama yaptı yüksek sesle. Etrafta olabilecek görünmez kişilerin onu açıkça duymasını istiyordu. “Kahvaltı yapmam gerek. Kimse bana yemek vermezse ben de kendim alırım.”
Bir cevap almayı bekledi ama hiçbir şey olmadı. Ahır çok sessizdi. Sadece bir yemliğe çarpan yular halkasının tıkırtısı, güvercinlerin ötüşü ve ahırdaki samanların hışırtısı bozuyordu bu sessizliği.
“Pekâlâ,” dedi Philip. “Sizce kahvaltıda ne yemem gerekiyor bilmiyorum. Bu yüzden kendi istediklerimi yiyeceğim.”
Cesaretini toplamaya çalışarak uzun bir nefes aldı. Omuzlarını bir asker gibi geriye attı. Arka kapıdan geçip doğruca ambara gitti. Sonra kahvaltı için uygun bulduğu şeyleri aldı. Şu yiyecekleri uygun görmüştü:
1 vişneli turta
2 bardak krema
1 soğuk sosis
2 parça soğuk tost
1 parça peynir
2 limonlu kek
İçi reçel dolu 1 küçük turta (sadece bir tane kalmıştı)
1 kalıp tereyağı
“Hizmetçilerin bu kadar güzel şeyler yediklerini hiç bilmezdim,” dedi. “Burada koyun etiyle pirinçten başka bir şey bulunmaz sanıyordum.”
Yiyecekleri gümüş bir tepsiye koyup evin arkasındaki iki kanadın arasında uzanan terasa götürdü. Sonra biraz süt almak için ambara geri döndü ama bulamayınca su dolu bir sürahiyi aldı. Kaşık da bulamamıştı Bunun yerine bir et oyma çatalı ve balık servis bıçağı bulmuştu. Balık servis bıçağıyla vişneli turta yemeyi denediniz mi hiç?
“Ne olduysa oldu”, dedi Philip kendi kendine. “Ayrıca ne olursa olsun kahvaltıyı atlamamak gerek.” Et oyma çatalıyla yardığı soğuk sosisten gayet büyük bir parça ısırdı.
Güneş ışığında oturmuştu. Balık servis bıçağı ile et oyma çatalını doldurdukça açlığı azaldı. Yine gördüğü rüyayı düşünmeye başladı. Giderek daha gerçek gibi geliyordu. Gerçekten olmuş muydu bütün o şeyler? Olmuş olabilirdi. Görünüşe göre büyülü şeyler yaşanıyordu. Baksanıza ev ahalisi nasıl da ortadan kaybolmuştu! Belki dünyadan da yok olmuşlardı!
“Diyelim ki herkes ortadan kayboldu,” dedi Philip. “Diyelim ki dünyada bir ben kaldım. Bu durumda dünyadaki her şey bana ait demektir. Öyleyse bütün oyuncak dükkânlarındaki her şeyi alabilirim.”
Bir an için zihni bu güzel düşünceyle meşgul oldu. Sonra devam etti. “Ama ya ben de ortadan kaybolursam? Belki ben de kaybolursam diğerleriyle karşılaşabilirim. Acaba nasıl yapabilirim bunu?”
Nefesini tutup ortadan kaybolmaya çalıştı. Bunu daha önce denediniz mi? Hiç kolay bir şey değildir. Philip de başarılı olamadı. Nefesini tutup epey uğraştı ama durmadan şiştiğini hissetmekten öteye gidemedi. Sanki bir saniye sonra patlayıverecek gibiydi. Bu yüzden sonunda pes etti.
“Hayır,” dedi ellerine bakarak. “Eskisinden daha fazla görünmez değilim. Hiçbir değişiklik yok,” diye ekledi düşünceli bir şekilde. Vişneli turtadan kalanlara takıldı gözü. “Ama o rüya…”
Rüyadan aklında kalanlara dalmıştı. Philip için bu, bir peri gölünün sularında yüzmek gibiydi.
Birdenbire duyduğu sesler sayesinde gölden çengelle çekilir gibi çıkartıldı. Uykudan uyanmak gibiydi bu. Çitle çevrili yeşil parktan insanlar geliyordu.
“Demek ki herkes ortadan kaybolmamış,” dedi. Sonra tepsiyi alıp içeri götürdü ve kiler rafının altına sakladı. Gelenlerin kim olduğunu bilmiyordu, tedbirli olmasında fayda vardı. Sonra dışarı çıkıp kırmızı bir payandanın gölgesinde saklanmaya çalıştı. Seslerin giderek yaklaştığını duyuyordu. Olağandışı bir durum olduğuna kanıt olacak şekilde hep bir ağızdan hararetle konuşuyorlardı.
Philip ne söylediklerini tam olarak duyamıyordu ama şu kelimeleri yakalayabilmişti:
“Hayır”
“Tabii ki sordum.”
“Polis.”
“Telgraf.”
“Evet, elbette.”
“Emin olsak iyi olur.”
Sonra herkes aynı anda konuşmaya başladı. Kimsenin dediği anlaşılmıyordu. Öte yandan Philip payandanın arkasında görünmemeye uğraştığından, konuşanların kim olduğunu göremeyecek kadar meşguldü. Ama bir şeyler olmasına sevinmişti.
“Artık dadı ve yıktığı güzel şehrim dışında düşünecek bir şeyim var.”
İyi ama ne olmuştu? Kimsenin canının yanmadığını ya da kötü bir şey yapmadığını umuyordu. Onun boyunda bir çocuğun cüsseli bir polis memuru tarafından yol boyunca sürüklendiğini gördüğü günden beri polis kelimesi onu hep huzursuz etmişti. Philip’e söylediklerine göre çocuk bir somun ekmek çalmıştı. Philip o çocuğun yüzünü hiç unutamıyordu. Kilisede “Tutuklular ve tutsaklar” sözlerini işittiğinde hep o geliyordu aklına. Hele “ıssız ve baskı altında” dendiğinde daha çok anımsıyordu onu.
“Umarım öyle bir şey değildir,” dedi.
Sığındığı kırmızı tuğlalı payandadan yavaşça ayrıldı ve yanından geçip gidenlerin sesleriyle adımlarını eve kadar takip etti.
Seslerin peşinden mutfağa gelmişti. Bir Windsor koltuğa oturmuş olan aşçı hüngür hüngür ağlıyordu. Başlığı bir tarafa kaymış mutfak hizmetçisi kızın gözyaşları ise kirli mi kirli yanaklarına dökülüyordu. Arabacının yüzü kıpkırmızı olmuştu. Seyisin tozlukları yoktu. Dadı da oradaydı. İlk başta her zamanki gibi temiz giyimli gözükmüştü ama Philip daha dikkatli bakınca pek keyiflendi zira kadının büyük ayakkabıları ve eteğinin ucunda çamur vardı, elbisesinde de üç köşeli kocaman bir yırtık açılmıştı.
“Yirmi sterlin için bile bunun olmasına izin vermezdim,” diyordu arabacı.
“George,” diye seslendi dadı seyise. “Git atlardan birini hazırla. Ben telgrafı yazarım.”
“İyisi mi Nane’yi