İskender Fahrettin Sertelli

Deliler saltanatı


Скачать книгу

eğlenceyi seyredeyim.”

      Bostancıbaşı, Hamza’nın Turhan Sultan’la seviştiğini bilmiyordu, zaten Bostancıbaşı bu yakınlığın farkına varırsa Hamza’nın kellesini Padişaha sormadan kendisi koparırdı. Bu yüzden Hamza’nın da en çok korktuğu şey bu ilişkinin Bostancıbaşının kulağına gitmesiydi.

      Bostancıbaşı sarayda mevcut cellatların en zalimi ve en merhametsiziydi. Diğer bostancılar bile ondan korkarlardı. Hamza Bey, bu zalim Bostancıbaşından izin almayı ve Çamlı Köşk’e gitmeyi başarmıştı.

      Hamza Bey, Çamlı Köşk’e doğru yol alırken, Turhan Sultan da Kösem Sultan’a kavuk sallamaktan sıkılmıştı.

      Ferahfeza’nın elindeki buhurdandan sürekli savurduğu şehvet kokuları ile yeterince mest olan Turhan Sultan, meclisin coşkunluğundan istifade ederek yavaşça dışarı çıktı ve arkasına bakmadan doğruca Bağdat Kameriyesi’ne gitti.

      Hamza Bey de sözleştikleri gibi kameriyenin altında sarı gül ağacının yanında sevgilisini bekliyordu.

      Hamza Bey, uzaktan gelen gölgenin kim olduğunu anlamakta gecikmedi,

      “Siz misiniz Sultanım?” dedi ve sevgilisinin ahenktar sesini işitince derin bir nefes aldı.

      Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar.

      Turhan Sultan, o gece gökteki ayı işaret ederek “Her şeyi göze aldım da geldim” deyip aşkını itiraf etti:

      “Seni seviyorum Hamza! Seni çok seviyorum! Sen karşıma nereden çıktın?”

      Hamza Bey, duydukları karşısında dili tutulmuşa döndü. Birkaç dakika bir şey söyleyemedi. Cevap veremedi. Taştan heykel gibi cansız ve hareketsiz kaldı.

      Hamza Bey, kendisinin Turhan Sultan tarafından bu derece derin bir aşkla sevildiğini nasıl tahmin edebilirdi?

      Genç âşık seni çok seviyorum hitabı karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırıp kalmıştı.

      Biraz zaman geçtikten sonra bu tatlı rüyadan uyanan Hamza, bir Padişah karısıyla seviştiğini hatırlayarak derhal kendine gelmeye çalıştı.

      “Aman Sultanım, beni affediniz! Bir çocukluktur yaptım. Padişahımız bizi burada görürse, etlerimizi cımbızla yoldurur, derimizi çardağa asar! Bana müsaade ediniz de gideyim.”

      Damarlarında hissettiği ateşi bir türlü söndüremeyen Turhan Sultan, turunçtan sert memelerini genç ve kuvvetli aşkının göğsüne dayayarak:

      “Hamza” dedi, “Valide Sultan’dan en değersiz cariyelere kadar, saraydaki bütün kadınların coşup eğlendiği bir saatte, iki sevgilinin birbiriyle kucaklaşıp öpüşmesini günah mı sanıyorsun? Sarıl boynuma! Ve demirden kuvvetli kollarını belime dola! Beni, gözü dönmüş bir aslan gibi kucakla! Kudurmuş bir boğa gibi sık. Parçala! Haydi, niçin duruyorsun? Neden beni parçalarcasına, boğarcasına sıkıp sevmiyorsun? Benim sevilmeye çok ihtiyacım var, Hamza! Ben, sakalının tellerini incilerle süslemekten zevk alan bir mecnunun esiriyim. O mecnun ki şimdi geçeceği yollara acem halıları döşeten ve duvarları amberli sularla yıkatan bir hükümdardır! Basra Körfezi’nden İran’a kadar nüfuzu olan koskaca bir ülkede, vazifesi yalnız amber toplamaktan ibaret olan bir hükümdar…”

      Hamza Bey bu sözleri şimdiye kadar bırakın bir kadının ağzından duymayı, yaşadığı müddetçe hiç kimseden duymamıştı.

      Korkusundan şaşkına döndü. Titredi. Ve sevgilisinin omuzlarına dökülmüş saçlarını okşadı.

      “Sultanım siz binbir cariyenin kolları arasında yaşayan hissiz bir padişahtan daha çok benim gibi dudakları da kalbi kadar ateşli bir gence layıksınız!” dedi.

      Uzaktan işitilen bir ayak sesi, Turhan Sultan’la Hamza’nın sevişmelerine nihayet verdi.

      Turhan Sultan “Yarın akşam güneş battık bir saat sonra yine burada buluşalım” dedi ve Hamza Bey’in cevabını beklemeden oradan uzaklaştı.

      Saraya geri dönen Turhan Sultan’ın dizleri merdivenleri çıkarken o kadar çok titriyordu, kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki, eğer Kösem Sultan elini Turhan Sultan’ın göğsüne götürecek olsa kalbindeki esrarı keşfetmekte gecikmeyecekti.

      Turhan Sultan odaya girdiği zaman ferahfeza faslı devam ederken, cariyeler odanın ortasında çıplak ayaklarıyla raks etmeye başlamışlardı.

      Valide Sultan, Turhan Sultan’ı görünce elini uzatarak “Yanıma gel!” diye işaret etti.

      Turhan Sultan, heyecanını dindirmek için sürekli gülümseyerek etrafındakilerin kendisiyle ilgilenmesine fırsat vermemeye çalışıyordu.

      Kösem Sultan, ince uzun parmaklarını yanına gelen Rus dilberinin çıplak omuzlarında gezdirerek:

      “Deminden beri neredeydin Turhan?” diye sordu.

      Turhan Sultan afallayarak:

      “Yatak odasına gitmiştim Sultanım!” dedi.

      Kösem Sultan:

      “Vücudun buz gibi soğuk…” dedi ve manalı bir tebessümle genç kızın gözlerinin içine bakarak “Yoksa pencerenin önünde oturup esen rüzgardan dolayı mı bu kadar üşüdün?” dedi.

      Turhan Sultan başıyla “Evet, Sultanım” anlamına gelecek bir hareket yaptı.

      Kösem Sultan, Turhan Sultan’ın tavırlarında gözle görülecek kadar bariz bir gariplik sezmişti. Fakat bu konudaki hissi ve tahmini kendisini üzecek kadar önemli değildi. Zaten Kösem Sultan, daha önceden Hamza Bey’in çok iyi bir genç olduğunu söyleyerek Turhan Sultan’a onun meziyetlerinden bahsetmişti.

      Turhan Sultan böyle anlamlı bir hoşgörülülük ile karşılanmasına şaşırmakla birlikte suçlu olduğunu da aklında tutarak sessiz kalmayı tercih etti.

      Bu arada eğlencenin başından beri çalınan ferahfeza faslı bitti.

      Raks eden cariyeler yerlerine oturdular.

      Sazendeler yorulmaya başladı.

      Kösem Sultan da amber şerbeti içiyordu.

      Turhan Sultan aradaki sessizliği bozarak, Kösem Sultan’a;

      “Bu gece ne kadar mesudum bilseniz Sultanım!” dedi, “Fakat efendimiz neden hala teşrif buyurmadılar?”

      Kösem Sultan cevaben:

      “Neredeyse gelir. O hınzır Şekerpare, Padişahı daima böyle oyalar” dedi.

      “Efendimiz şimdi de Şekerpare’nin mi esiri oldular?”

      “Sultan İbrahim’in hali malum, yavrum! Sakallarının otuz iki teline inci takmak da kolay iş değil doğrusu. Bazen bu iş iki saatten fazla sürüyor.”

      “Padişahımız bundan nasıl bir zevk alıyorlar acaba?”

      “Ona herkes gibi ben de şaşıyorum! Sultan İbrahim’e bu alışkanlık bir Hint masalından gelmiştir.”

      “Ne garip bir alışkanlık Sultanım!”

      “Sen o Hint masalını dinledin mi?”

      “Hayır. Dinlemek isterim.”

      Kösem Sultan, oğlu İbrahim’i herkese güldüren bu garip alışkanlığının sebebi olan masalı anlatmaya başladı:

      “Evvel zaman içinde Hindistan’da çok zalim bir padişah varmış. Bu padişah, hazinesini yalnızca incilerle doldururmuş. Artık ülkede inci bulunmaz olmuş. Fakat zalim padişah bir türlü bu alışkanlığından vazgeçemiyormuş, herkesi inci bulması için görevlendiriyormuş. Padişahın hazinesi dünyanın en kıymetli incileriyle dolmuş.