Oldum olası da sevmişti bu semti. İstanbullu Çingenelerin merkezi, hatta kalbiydi Balat. Sanki köşe bucak saklardı onları, boğazın ürkünç dalgalarından koruyup kollamak isterdi. Bunca yılın ezilmişliğini, itilmişliğini görmezden gelir ve kati suretle kin yahut kir tutmazdı. Bu hâliyle İstanbul’un öteki semtlerinden daha başka bir kumaşa sahip olduğu kesindi. Nem çekme oranı yüksek bir semtti mesela, yıpranmaya karşı dayanıklı bir yapısı vardı. Öyle kolay kolay da bozulmazdı dokusu, hele kırışma özelliği hiç yoktu. Sık sık ütü istemezdi. Belki pürüzsüz bir yüzeye ve ipeğe yakın bir görünüme sahip değildi ancak yıkanma sonrası kolayca eski hâline geliverirdi. Uzun ömürlüydü, sağlamdı. Perihan gayet iyi biliyordu ki son nefesini verene dek sızlanmadan, gocunmadan bu semtin sokaklarında yaşayacak ve günü geldiğindeyse bu dünyadan Balatlı bir Çingene olarak ayrılacaktı.
Züleyha ise kardeşinin gönlünde yatan bu Balat sevdasına bir türlü akıl sır erdiremez, onu daima azla yetinip çoğu hayal edemeyecek denli aciz bir kadın olmakla yargılardı. Hâlbuki Perihan memnundu hâlinden. Elinde olandan daha fazlasını hayal etmediği, edemediği için küçümsemezdi kendini. Atlasına bürünmüş bir böcek misali, doğuştan gözden çıkarmıştı kozasındaki ipeği. Hem adına hayal denen o şey neydi ki, ardında nilfam izler bırakarak gecenin karanlığında sinsice gezinen bir hayaletten başka… Varlığı hissedilebiliyordu belki ama çıplak gözle görülmüyor, elle tutulamıyordu. Hayalin hayaline kapılıp gitmekti asıl saçmalık. Üstelik Perihan, oldum olası sahip olduklarından daha fazlasını arzulayan bir kadın da değildi. On üç yaşına bastığı günün sabahında aynadaki aksine dikkatle bakmış, gördüğü yüz karşısında olduğundan daha başka birine dönüşmesinin ihtimal olmadığına karar vermiş ve o gün bugündür de hâli hazırda sahip olduklarıyla yetinmesini bilmişti. Züleyha kadar güzel ve alımlı bir kız olmadığı su götürmez bir gerçekti. Hâl böyle olunca ablası gibi allı morlu yaşmaklar giyerek çengilik etmeye heveslenmemiş, bunun yerine özel bir yetenek gerektirmeyen sepet örme işine yönelmişti. Hasırlarla, ipliklerle, tellerle haşır neşir olmak iyi gelmişti ona. Ne ki kocası Klarnet İbrahim’i nikâhlandıktan altı ay sonra toprağa verdiğinde de yine ruhundaki zehri söküp alsınlar diye kendini sepetlerinin şifalı ellerine bırakmış, akşamdan sabaha, avuçları morarıp parmakları su toplayıncaya dek ördükçe örmüştü. Şimdiyse gün boyu Giritli Necati’nin dükkânındaki ocağın başında durup kazan kazan şerbet kaynatıyor ve gelen müşterilere yüzüne iliştirdiği sevimli bir tebessümün yanı sıra kaplar dolusunca şerbet ikram ediyordu. Akşam ezanından sonra Draman Yokuşu’nun tepesindeki bozulmuş domates renkli evin eksilmiş merdivenlerini birer ikişer atlayarak çıkarken içine dolan sevincin yegâne sebebiyse ablasından yadigâr yeğenleriydi. Hayat, bağrına mühürlediği kardeş hasretinin yanı sıra acısını bir nebze hafifletsin diye de bu iki küçük kızı sunmuştu onun ömrüne.
Sekiz yaşına henüz basmış olan Şuara, küçük kardeşi Esma’ya nazaran daha sakin bir mizaçla yaratılmıştı. Perihan, teninin kokusunu incir ve limon ağaçlarının baharda birbirine bulanan kokularına benzettiği Şuara’yı oldum olası kendine daha bir yakın hissederdi. Gün boyu üzerinde oturduğu minderde, çöplerin arasından bulup topladığı rengârenk kumaşları birbirine ekleyerek oyunlar oynayan Şuara, şayet bir parça tükürükle parmağının ucuna yapıştırdığı ipliği diğer elinde tuttuğu iğnenin gözünden tek seferde geçirmeyi başarabilirse büyüdüğünde camdan pabuçlar giyen bir prenses olacağına inanırdı. Bu oyunu ona annesi öğretmişti. Kızının kumaşlara olan merakını iyi bilen Züleyha, çengilik etmeye gittiği zamanlarda onun eline bir iğne ile iplik tutuşturur ve sevinçle “Hadi bakalım benim minik Şuara’m,” derdi, “eğer ipliği iğnenin gözünden tek seferde geçirmeyi becerebilirsen büyüdüğünde dillere destan bir prenses olacaksın demektir.”
Şuara ise çocuksu bir heyecanla oynardı bu tuhaf ama mutluluk verici oyunu. Sıradan bir Çingene kızının kaderinde prenses olmak var mıdır diye sual etmeyi aklından bile geçirmezdi. Züleyha da bir Çingene kızından prenses olmayacağını bilirdi bilmesine ama Şuara’nın gözlerindeki sevinci gördükçe de yalnız annelere özgü bir inat ve ısrarla sürdürürdü bu oyunu. Kim bilir belki de kızının buğday sarısı saçları ile camgöbeği rengindeki hareli gözlerine baktıkça prenseslerden bile güzel bir evlât doğurduğunu düşünüp gururlanır ve safça bir merakla, “Neden olmasın?” diye sorardı kendi kendine.
Esma’ya gelince; Draman Yokuşu sakinlerine göre o tam manasıyla bir şeytandı. Başlangıçta yaşanan o tüyler ürpertici yangın felaketinden dolayı kızların hâline acıyan mahalleli kimi zaman içten, kimi zaman lütfen göz yumardı Esma’nın boyundan büyük haylazlıklarına. Fakat zamanla kimsenin zerre kadar tahammülü kalmamıştı. “Allahım, ne günah işledik de bu canavarı verdin başımıza!” diye veryansın eden mahalleli Esma’nın yaramazlıklarından çok, erken yaşta şirazesi kayan dilinden yana dert yanardı. Öyle ki henüz beş yaşında olan bu küçücük kız çocuğu, Balat’ın yüzyıllık sır tarihine baş kaldıran bir edayla gizli kalması gereken her ne varsa bir şekilde öğrenir ve dakikasında da bütün ahaliye ifşa ederdi. Esma dile geldi geleli Balatlılar birbirine girmişti. Adeta ardı arkası kesilmeyen bir kaos yaşanıyordu her evin çatısı altında. Kim kiminle karısını boynuzluyor, kim kiminle nerede düzüşüyor, kim kimin cebinden ne araklıyor… Hepsini ama hepsini herkesten evvel bu bacak kadar çocuk öğreniyor ve önüne gelene de büyük bir iştahla anlatıyordu. İşin tuhaf yanı, söylediği her şey tek tek çıkıyordu. Başlarda Esma’nın söylediklerine aldırış etmeyen mahalleli, zamanla Balat’ın yüreğine bir şarapnel gibi saplanan bu kız çocuğunun ağzından çıkacak olan her kelimeyi merakla bekler olmuştu. Bu kadar çok şey biliyor olmasının sebebini ise iki şekilde açıklıyorlardı;
Ya bu kız çocuğu, âlemlerin Rabbine şirk koşan ateş soylu iblis tarafından ortalığı velveleye vermek ve insanların yüreğine binbir çeşit şüphe zerk etmekle görevlendirilmiş bir emir kuluydu. Ya da aksine, Rabbin bir “ol” emri ile hamuruna ilahi bir kuvvet eklenmiş olan, Çingenelerce adına “yedinci kadın” denilen bir büyücü soyuna mensuptu ve ki yazılanları daha yeryüzüne düşmeden evvel okuyordu.
Kısacası Draman Yokuşu’nun seksenlik remmâl acuzelerine göre Esma, ya karanlıktı ya aydınlık. Ya bir meleğin kanadından yaratılmıştı ya da ateş soylu iblisin sırtındaki kamburun yer âlemi üzerindeki yansımasıydı. Gerçekte kim olduğunu ise zaman gösterecekti.
Esma, Giritli Necati’nin Şerbetçi Dükkânı’nın kapısından içeri adımını attığı sırada dışarıda kızılca bir kıyamet koptu. Perihan, müşterilere vermek üzere hazırladığı şerbet kaplarını elinden bırakıp da başını dükkânın camekânlı vitrininden tarafa çevirdiği anda havada uçuşan ceketler, kazaklar, çoraplar, gömlekler ve hemen sonra da kiraz ağacından yapılma zeytunî bir keman gördü.
“Mürüvvet! Gözümün nuru, karıcım! Allahın aşkına yapma!” diye inliyordu sokağın başında dikilmiş duran gözü yaşlı, kılıbık tipli bir adam. Sesi, yağmakla yağmamak arasında kalan bir bahar yağmuru misali incecik ve tedirgindi.
“Bacak kadar veletin lafıyla olacak iş mi şu yaptığın!”
Perihan, bacak kadar velet lafını işittiği gibi bakışlarını dükkânın kapısında dikilip duran Esma’ya doğru hınçla çevirdi. İçerideki müşteriler de şaşkındı, gerçekten de kıyafet yağıyordu havadan. Hâlbuki Draman Yokuşu sakinleri bu gibi hadiselere pek aşina olduklarından, adamla kadının mahalleyi inleten kavgasını kale bile almadılar. Çünkü Çingenelerin barındığı her semtte yaşanan günlük bir rutinden ibaretti bu gümbürtü. Ne var ki dükkândaki soluk benizli, beyaz turistler için olağanüstü bir durum yaşanıyordu o anda.