Ece İrem Dinç

Fülfül büyüsü


Скачать книгу

verecek bir cevap bulup buluşturmaya çalıştığı sırada kafasına inen sert bir terlik darbesiyle olduğu yerde sarsıldı. Şayet Perihan, kolunu sıkı sıkıya tutuyor olmasaydı bir hızla yere devrilivermesi an meselesiydi. Terlik, hiç beklenmedik bir taraftan gelmişti. Mahallenin meşhur şehvetperesti Gülendam, dükkânın yarı aralık kapısının önüne dikilmiş ve adeta ağzından lavlar püskürten bir ejderha misali avazı çıktığı kadar böğürüyordu.

      “Seni küçük orospu seni! Demek ocağıma incir ağacı dikmeye niyetlendin ha! Amma saçını başını yolmazsam şimdi senin! Geberesice, soysuz köpek! Göstereceğim ben sana gününü! O dilini kökünden koparayım da ne halt ettiğini iyice belle!”

      Perihan, ani bir refleksle Esma’yı arkasına alıp, ihtimal bir terlik atışı için kendini siper ederken Giritli Necati de yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle oturduğu tabureden ok gibi fırlayarak saniyeler içinde yanlarına geldi.

      “Ayıp Hanım, ayıp!” diye seslendi, içtiği sigaralar yüzünden iyice kalınlaşan sesiyle. “Hiç mi arlanman yok senin! Şuncacık çocuktan ne istersin!”

      Draman Yokuşu sakinleri ile mukayese edildiğinde cümlesi pürtuvalet kalan müşteriler olan biteni şaşkınlıkla seyrededursunlar, Gülendam gözlerinde öfke dolu parıltılarla bağırmaya devam etti.

      “Şuncacık çocuk mu diyorsun sen o iblisin dölüne? Allahın cezası bir sıçan o! Ne bok yediğinden haberin var mı ki? Yoo, teyzesi dururken sana ne oluyor, öyle ya tam bir kaltak sülalesi bunlar ayol, anası neydi ki piçi ne olsun?”

      O ana kadar başını teyzesinin geniş kalçaları arasına gömmüş hâlde Gülendam’ın ağzından çıkan her kelimeyi sinsi bir tebessümle dinleyen Esma, “kaltak sülalesi”, “anası” ve “piç” sözcüklerini işittiği sırada taş kesmiş bir bez parçası gibi olduğu yerde kalakaldı. Yüzündeki sinsi tebessüm yerini belli belirsiz bir korkuya ve devamında da kulaklarından kalbine doğru süzülen meneviş renkli bir hüzne bıraktı. Yaşıtlarına göre fazla zeki bir çocuktu Esma ve nitekim mahalleli arasında dilden dile dolaşan fısıltı gazetesinden işitip öğrenmişti annesinin kabahatini. Fakat o güne dek hiç kimse annesinin işlediği günahın cezasını Esma’ya kesmemiş, olan biteni bir defa olsun yüzüne vurmamıştı. Şimdiyse birdenbire adına hakikat denen o ısırgan otlu tarlanın tam ortasına düşüvermişti işte. Canı yanıyor, kalbi acıyordu. Sanki her Nisan başı mahallenin çocuklarıyla topyekûn daldıkları Hüsrev Efendi’nin bahçesindeki ağaçlardan aşırdıkları iri çekirdekli, yeşil, sulu eriklerden bir tanesi tam boğazına mevzilenivermişti. Yutkunmaya çalıştıkça daha da beter kesiliyordu nefesi. Kendi kendine kusar gibi “Piç” diye söylendi. Ne Perihan duydu bu belli belirsiz sesi, ne de Gülendam. Lâkin İstanbul; İstanbul bir anda duyuvermişti Esma’nın sesini. Yüzyıllardır eteklerinde olup biten her şeyden haberdar, kavi bir sırdaştı o. Her türlü rezilliğe alışkın sebatkâr bir dağ gibiydi. Ne var ki bu defa onun da canı yanmış, içi bulanmış ve boğazına iri çekirdekli, yeşil, sulu bir erik tanesi olmasa da sarı bacalı, küpeştesi beyaza boyalı bir vapur oturuvermişti aynı anda. Yutmaya çalıştıkça inatla mevzileniyordu vapur olduğu yerde. İstanbul’un hırçın, mavi suları serâser dalgalandı, yükseldi ve “Ey Settar!” diye haykırarak büyük bir gürültüyle öğürüverdi şehir. İçinde ne varsa boğazına oturan vapurla beraber kusmuştu sanki. Olan bitene feci hâlde sinirleri bozulan şehir, kendini daha fazla tutamayarak iri katreli gözyaşlarını hızla koyuverdi. Ansızın hantal, kurşuni bulutlar sardı gökyüzünü ve Esma, yere düşen ilk yağmur damlasıyla beraber belki de ömründe ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

      Yangınların hakkaniyetsizliği kadar, yağmurların da insafı yoktu Balatlılara. Bir yağdı mı dur durak bilmez; caddeleri, sokakları sele boğmadan geçip gitmezdi yağmur. Draman Yokuşu’nu çamur renkli çirkâb sular basarken mahalleli de açık kalan kapı ve pencerelerini hızla kapamanın telaşına düştü. Öyle ki Gülendam bile Esma’nın kabahatini unutup, terliklerini ayağına geçirdiği gibi doğruca evine koştu.Kocasının mahallenin çirkin sefihi Gülendam ile oynaştığını işitip de sinir krizleri geçiren Civelek Ayla, elinde kalan son ceket ile pantolon takımını da aşağıya fırlattığı gibi içeri girdi ve ardından da pencereyi sıkı sıkıya menteşeledi. Bir tek Esma, Perihan ve Giritli Necati oldukları yerde kalakalmış, yağmura aldırış etmeksizin kıpırtısızca duruyorlardı. Esma avazı çıktığı kadar ağlıyor, Perihan tek kelime etmeden yeğeninin çağlayan bir nehir misali akan gözyaşlarına bakıyor ve Giritli Necati ise bu yaralayıcı tabloyu hüzün dolu bakışlarla temaşa etmenin yanı sıra gördükleri karşısında insanlığın usaresine ağız dolusunda tükürmek istiyordu. Öte yandan dükkândaki turistlerse ellerinde soğumuş şerbet kapları, içine düştükleri bu gayya kuyusundan nasıl kurtulacaklarını düşünüyor, bir an evvel geldikleri yere geri dönmenin hayalini kuruyorlardı. Bu turistik gezi sonunda öğrendikleri tek bir şey vardı; Balat, tam manasıyla bir deliler âlemiydi.

      Sepetçi Perihan, otuz üç yaşında hayata gözlerini yumduğunda Draman Yokuşu sakinlerinden bir teki bile bu ani ölümün nedenini sual etmedi, zira onlara göre ölüm Allahın emriydi ve Allahın emirlerini sorgulamaksa iblisin işi. Oysa onlar ne âlemlerin Rabbine şirk koşan şeytanın soyundan geliyorlardı, ne de kendi hâlinde bir kadının ölümüyle ilgili sır perdesini aralayacak mecale sahiplerdi. Hâl böyle olunca ölüyü vakitlice gömerek hayata kaldıkları yerden devam etmek herkese daha doğru gelmişti. Diğer yandan Perihan’ın ölümünün ardında yatan nedeni merak edip de öğrenmek isteseler dahi hakikati bilebilmeleri olanaksızdı çünkü Perihan’ı gencecik yaşında ölüme götüren şey, uykuya daldığı sırada kanına karışarak ciğerlerine inen ve ölüme sebebiyet verdiği handiyse binde bir görülen sinsi bir diş bakterisiydi. Şayet Perihan, horlayan bir kadın olsaydı örneğin, böyle bir hastalık yüzünden hayata veda etmek durumunda kalmayacaktı ve bakteri, horlama esnasında açılıp kapanan ağzından usulca dışarı sızabilecek ve havayla temas ederek yok olup gidecekti. Ne var ki Perihan, uykuya daldığı anda dişlerini birbirine sıkı sıkıya kenetleyip, nefesini ağzından değil de burnundan alıp verdiğinden bakteri de doğrudan ciğerlerine inmiş ve sebebiyet verdiği ödemle beraber onu yalnızca birkaç dakika kadar kısa bir sürede canından etmişti. Balatlılar bir yana, 1959 senesinin Türkiye’sinde tıp bile henüz bu ölümün ardındaki gizemi çözebilecek kadar ilerlememişti.

      Perihan öldüğünde Şuara on beş, Esma ise on ikisindeydi ve iki kız kardeş biteviye dökülen gözyaşları dindiğinde Tanrı’nın onlardan temelli yüz çevirmiş olduğuna kanaat getirdiler. Teyzelerinin ölümünün ardından şu koca dünyada yapayalnız kalmışlardı ve bu gerçek beraberinde daha acı bir gerçeği de getirmişti; öyle ki acilen hayatla başa çıkmanın bir yolunu bulmalıydılar! Sırtındaki yaralardan kanatlar çıkarabilen mitolojik bir tanrıça edasıyla evvela Şuara topladı kendini, silkelendi, üzerinde ne kadar korku varsa hepsini kökünden kurutup sonbahar yaprakları misali bir bir döktü ve çocukluğundan bu yana aşina olduğu kumaşların, ipliklerin rengârenk dünyasında kendine bir iş buldu. Galata civarında bulunan ufak bir terzi dükkânında çalışacak, haftalık olarak alacağı yevmiyesiyle kardeşine bakacak, evin geçimini sağlayacaktı. Nitekim Şuara’nın tek başına tüm dünyanın karşısında duramayacağını anlaması zor olmadı, zira eline geçen parayla geçinebilmeleri pek mümkün görünmüyordu. Kazandığı para ancak ve ancak iki haftalık yeme içme masraflarını karşılayabilecek kadardı, keza yiyip içebilecekleri gıdalarsa zaten sınırlıydı. İşte tam da bu noktada Esma, yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla hayat yolundaki ilk adımını atmaya karar verdi ve geleceğe dair beslediği tüm hayallerini onlarca yerinden bıçaklamak suretiyle öldürerek kendini fallar âleminin yeni ecesi ilân etti. Bundan böyle