Richard Tillinghast

İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı


Скачать книгу

Patrikhanesi’ndeki muhteşem mozaik ikonalar haricinde çok azı günümüze ulaşmıştır. Bunlardan biri St. Luke’un kendisi tarafından boyandığı söylenen, vaktiyle en sevgili ve en değerli ikona olarak kabul edilen “Yol gösteren” isimli “Tanrı’nın Anası Hodegetria” ikonasının bir kopyasıdır. Konstantinopolisliler bu ikonanın savaşlarda ordularına zafer kazandırdığına ve şehri saldırganlardan koruduğuna inanıyorlardı.

      İmparator I. Manuel, 1167’de Macarlara karşı zafer kazandığı bir seferden dönünce Altın Kapı’dan Ayasofya’ya uzanan tören güzergâhı, resmi geçit için altın ve mor renkli kumaşlarla kaplanmıştı. Savaş esirleri, askerler ve ileri gelenlerin önünde yürüyorlardı. Tarihçi Niketas Choniates’in yorumuna göre: “İmparator, zafer alayına katıldığında her biri kar tanesi kadar bembeyaz dört at tarafından çekilen, gümüş yaldızlı, Meryem Ana ikonası ve imparatorluğun yenilmez generallerinden birinin bulunduğu savaş arabası onu takip ediyordu. En şanlı, şerefli ve en büyük imparator, imparatorluk giysilerini kuşanmış halde, tören için süslenmiş heybetli bir atın üzerindeydi.” Hodegetria,1453 Mayıs’ındaki son çarpışma sırasında şehrin surları boyunca büyük bir törenle taşınmış ve Blaherne Sarayı (Tekfur Sarayı) yakınlarındaki Kariye Müzesi’nde muhafazaya alınmıştı. Osmanlı askerleri kiliseye akın edip bu ikonayı yerinden söktüler ve dört parçaya ayırıp lime lime ettiler.

      Hatta bir de savaş sırasında taraf değiştiren ikona örneği bile var. 1204 yılında, Haçlı Seferleri sırasındaki baskında İmparator V. Alexios, Nikopoios “zafer yapıcı” ikonasıyla şehirde dolaştı. Hem imparator hem de ikonası haçlılardan biri olan Flandreli Henry tarafından esir alındı. Haçlılar bu savaştan zaferle çıkınca ikonanın onlara başarı getirdiğine inanarak bir tekne dolusu ganimetle beraber ikonayı ülkelerine götürdüler. İkona günümüzde Venedik’teki San Marko Katedrali’nde sergilenmektedir.

      Bu, Meryem Ana’nın Bizans inanışının merkezinde olması hakkında yorum yapmak için iyi bir an olabilir. Batı’da Bakire Meryem, Kutsal Meryem, Meryem Ana ve bunun gibi adlara sahipken, Doğu’daki kiliselerde ise Theotokos yani “Tanrı’yı doğuran” adıyla anılmaktaydı. Hiç şüphesiz ki insanın zihnindeki yeri, kadim inanışlardaki Ana Tanrıça’nın devamını temsil ediyor. Bizans dönemine ait meşhur “Akathist İlahi5”de Meryem, batmayan yıldızın annesi, gizemli günün şafağı, susuzluğu söndüren kaya, ateş sütunu, yeryüzünün çadırı, ölümsüzlüğün çiçeği, süt ve balla akan toprak, zapt edilemez duvar olarak tanımlanmıştır. Akathitos kelimesi “oturmadan” anlamına gelir ki dua edenler ilahiyi söylerken ayakta durmaktadırlar.

      TARİHSEL OLARAK BAKTIĞIMIZDA, ikonalar büyük olasılıkla, İtalyan Rönesans sanatçılarının yağlıboya tablolarında elde ettiği etkiye benzer şekilde, canlı bir parlaklık ve şeffaflık vermek için boya maddelerinin balmumu ile karıştırıldığı, ısıtarak süsleme tekniğinin kullanıldığı Roma cenaze tasvirlerinden türemiştir. İkona ressamları nesneleri canlıymış gibi göstermek için, figürleri önden bakışta bir tarafa meyilli görülecek şekilde döndürmek, bir gözü hafifçe diğerinden farklı bir yöne bakar şekilde çizmek, kaşları ve bıyıkları hafifçe kıvrık göstermek gibi küçük hileler kullanırlardı. Ayasofya’nın apsisindeki Meryem Ana mozaiğine ithaf olunan vaazda Başpiskopos Photius şöyle bir yorumda bulundu: “Konuşmayacağı aklınızın ucundan bile geçmez. (…) Dudakları o kadar iyi boyanmıştır ki etinin canlı olduğunu sanabilirsiniz.”

      Grekler ve Romalılar tanrı ve tanrıçalarının küçük ölçekte yapılmış heykelciklerini evlerinde bulundursalar da ikonaların Bizans’ın sanatsal ve dini hayatında başrolde olması gibi bir durumun klasik sanatta bir karşılığı yoktur. İkonaların şifa verici veya tedavi etme güçleri olduğuna inanılırdı. Hatta bazılarının İncil’deki ifadelere göre “elle yapılmış olmadıkları” inancı bile vardı. St. Luke tarafından mucizevi bir şekilde üretildiği kulaktan kulağa yayılan Hodegetria gibi ikonalara rastlamak nadir görülen bir durum değildir. Bir ikonaya baktığınızda hayır duası alırsınız. Hayır duaları kutsal kişinin gözlerinden geçerek ona bakan kişinin gözlerine ve kalbine doğru akacak gibi hissedilir.

      İkonaların tanrı vergisi etkisi göz önüne alındığında şiddetli bir muhalefetle karşılaşmaları şaşırtıcı değil. Teologlar putlara karşı Eski Ahit’teki eleştirileri hatırlattılar ve nihayetinde 7. yüzyılda İmparator III. Leo bunun karşılığını ikonaların tamamını yasaklayarak verdi. İmparatorun Büyük Saray’ın Halke Kapısı’ndaki İsa ikonunu kaldırması ayaklanmalara sebep olduğu halde, Araplara karşı kazandığı askeri başarı Tanrı’nın onun yanında olduğunun bir işareti olarak algılandı. Yerine geçen imparatorlar da putkırıcı (ikonoklastik) dönemde onun politikalarını devam ettirdiler. Binlerce ikona tahrip edildi. Sonuç olarak Bizans’ın sanatsal mirasına verdiği zarar fevkalade büyük oldu. Bizim için önemsiz olan teolojik farklılıkların birçok insan için yaşamın kendisinden daha önemli olduğunu anlamadıkça Bizans’ı anlama umudumuz olmaz. Tanrı’nın koşulsuz merhametini doğruladıkları için ikonofiller, yani ikonalara hizmet edenler -diğer bir deyişle ikonaseverler- için, İsa’nın, Meryem Ana’nın, azizlerin ve Tanrı’nın diğer elçilerinin tasvirleri önemliydi. Kutsal üçleme (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) de önemli bir semboldü. Ayrıca Tanrı’nın bir insan olarak kabul edilme anlayışı Hıristiyanlığı, sanatı kaligrafi ve geometrik desenler üzerine odaklanmış Ortadoğu’da tektanrıcılık mücadelesini sürdüren İslam dinininden ayıran en belirgin özelliklerden biriydi.

Mimari

      Şimdi üç çeşit yapı arasındaki farklılıklara bir bakalım: Yunan tapınağı, Gotik katedral ve Bizans kilisesi. Yunan tapınağı -Parthenon’u bir düşünün- rasyonel mükemmeliyetçiliğin muhteşem bir şekilde ortaya konmuş somut halidir. İzleyicinin gözü statik değildir, hatta gözünün hareketi gördüğü şey tarafından yakalanır; bu arada tapınağın orantısı, sütun dizisi, alınlıkları ve arşitravı6 birbirleriyle uyum içindedir ve birbirlerini bütünler. Parthenon fevkalade bir insan yapısıdır, orantısı aynı bir insan bedenininkini andırır. Antik Yunan’ın insanlığa en büyük hediyesi insani mükemmeliyetçilik anlayışıdır.

      Diğer yandan, Gotik tarzın ulaştığı nokta ise Yeats’in tarif ettiği gibi bizleri “insan mizacının öfkeli ve pislik tarafı”nın dışına çıkarmasıdır. Rheims’deki katedralin dimdik yükselen kulelerinde, Paris’teki Notre-Dame Kilisesi’nde, hatta Westminster Abbey’deki trafik ve turist kalabalığı arasında bile akla uygunluk bir mesele değildir. Gözlerimiz ve ruhumuz göklere doğru yükselir ve destekleyici sütunlar yukarıya doğru incelse ve kemerler keskin uçlu olsa bile dayanıklılık ve sabitliğin kaybolması problem yaratmaz. Île-de-France7 Bölgesi’nde geliştirilen ve İngiltere’deki Bath Abbey’de kullanılan kemerli payandalar o kadar hafif görünür ki mühendislik amaçlarının, çok fazla mozaik cam ihtiva ettiği için zayıflayan duvarların kilisenin yüksekliğinin ağırlığı altında çökmesini engellemek olduğunu unuturuz.

      Venedik’e gittiğimde Konstantinopolis kiliselerinin en parlak evresindeki çehresini gösteren belki de dünyadaki günümüze ulaşmış en iyi örnek olan San Marco Bazilikası’nı gördüm ve ilk defa bir Bizans kilisesiyle karşılaşmış oldum. Toy bir bakış en güvenilir kaynağımız olsa da bizi hüsrana uğratabilir. San Marco’ya ilk kez yakından bakınca hayal kırıklığına uğradım. Bulutlara ulaşan bu sivri yapının Gotik olduğunu düşünmüştüm. Yükseklere kadar çıkan Gotik kemerli Notre-Dame Kilisesi’ni gördüğüm Paris’ten yeni dönmüştüm. Gözlerim kubbelere ve yuvarlak kemerlere aşina değildi henüz. Peki, gerçekçi olursak insanın