Stewart Lee Allen

Kahvenin hikayesi


Скачать книгу

on üslubuyla kahvenin peşine düşüyor ve bizi o büyülü çekirdeğin dünyasına doğru vahşi, kafeinli ve sıradışı bir gezintiye çıkartıyor. Düzyazı şeklinde, alaycı ve cesur bir dille kaleme aldığı kitabı okuyucuyu hoşnut ediyor, afallatıyor, eğlendiriyor ve bilgilendiriyor.”

-Mark Pendergrast Uncommon Grounds: The History of Coffee and How it Transformed Our World’ün yazarı

      “Enfes! Oldukça aydınlatıcı bir kitap. Allen, eğlendirici gezi günlüğüyle karışık harikulade bir araştırmacılık örneği sergilemiş.”

-The List

      “Her açıdan eğlendirici, sürükleyici ve son derece komik. Kahve tiryakileri ve seyahatseverlerin muhakkak okuması gereken bir kitap.”

-Kirkus Reviews

      “Müthiş bir kitap! Çok eğlenceli. Eskimolar kar için ne kadar çok kelime kullanmışsa, Allen’ın da kahve için o kadar çok kelimesi var. Sabah içtiğim kahveye bir daha asla aynı gözle bakmayacağım.”

-Jeff Greenwald The Size of the World’ün yazarı

      “İlgi çekici ve sıradışı. Allen’ın espressolu yolculuğu, kahvenin dünya tarihindeki rolüyle ilgili heyecanlandırıcı bir çalışma sunuyor. Kitap, patlak gözlü bir kafein delisinin kahveyi coşkulu bir şekilde övmesi ve gerçek bir tadımcının bilgili gözlemleri arasındaki dengeyi bulmaya çalışıyor.”

-Publishers Weekly

      “Stewart Allen’ın, kahvenin insanlık kültürü üzerindeki tarihi etkileri hakkında yaptığı araştırma, bitkiler ve ilaçların, kültürler ve insanların oluşturduğu kurumların evrimini nasıl şekillendirdiğine ve yönlendirdiğine bir kez daha açıklık getiriyor. Okuması son derece keyifli!”

-Terence McKenna Plants of the Gods’ın yazarı

      “Otobiyografi, gezi günlüğü ve sosyal tarihin oldukça eğlenceli bir karışımı… İyi araştırılmış ve ustaca yorumlanmış, günümüze uygun, son moda bir gezi yazısı.”

The Bookseller

      Anneme…

      Giriş: İlk Fincan

      Hazırlanışı bir sanat, bu yüzden onu içişimiz de sanat olmalı.

Abd el Kader (on altıncı yüzyıl)

Nairobi, Kenya 1988

      “ETİYOPYA GİBİSİ YOK,” derken Bill’in gözlerinin içi parlıyordu. “Afrika’daki en iyi yemekler burada, dostum. Ah, bir de Etiyopyalı kızlar…”

      “Kızları bu işe karıştırma şimdi,” dedim. Doğu Londralı bir tesisatçı ve Budist bir keşiş olan Bill, kafayı bana bir kız bulmaya takmıştı; ancak densizin tekiydi. Onun tüm bu çöpçatanlık çabaları, sürekli “Aşk istiyorum, aşk!” diye bağıran, iki katım kadar iri Kenyalı bir hayat kadınını savuşturmamla sonlanmıştı.

      “Kızları bu işe karıştırma,” diye tekrarladım; düşündükçe tüylerim ürperiyordu. “Aklından bile geçirme.”

      “Onları düzmek zorunda değilsin ki…” Bana en sevimli ve pis bakışını atarak “Ama isteyeceksin,” dedi.

      “Bu konuda gerçekten şüpheliyim.”

      “Bir de buna yok mu, aah ah! Dünyanın en iyi bunası.”

      “Buna mı? O da ne?”

      “Kahve,” dedi. “Etiyopya kahvesi.”

      Böylece ne yapacağımız belli olmuştu. Öğle yemeği için Etiyopya’ya doğru yola koyulduk. Kenya’nın kuzeyinde otobüs seferleri çok seyrektir, bu yüzden otostop çekerek gazlı içecek taşıyan külüstür bir “Tata” marka kamyonun arkasına atladık. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden geçerken dışarıda güneşten kararmış kayalar ve kurumuş otlardan başka neredeyse hiçbir şey görmediğimiz yirmi saatlik ıssız bir yolculuk yaptık. Medeniyete dair tek iz, makineli tüfekle delik deşik edilmiş otobüslerin yol kenarındaki kalıntılarıydı. Eşkıyalar konusunda pek kaygılanmıyorduk (bulunduğumuz araçta silahlı iki muhafız vardı), ancak yolculuğumuzun yedinci saatinde, daha önce bizi araca almayı teklif eden, fakat bizim reddettiğimiz kamyonun yanından geçtik. Yol asfaltsız olduğu için kamyonun aksı ikiye ayrılmıştı; bu da kamyonun takla atmasına, sürücü ve yolcuların yarısının ölmesine sebep olmuştu. Kazadan tek sağ çıkanlar, üzerlerinde geleneksel giysileri olan, taktıkları küpe benzeri aksesuarlar yüzünden kulak memeleri sarkmış iki metrelik Masai savaşçılarıydı. Öylece dikilmiş ağlıyorlar ve ellerindeki mızrakları gökyüzüne doğru sallıyorlardı. Masailerden biriyse kırılmış bir yığın Pepsi şişesi altında ezilerek ölmüştü.

      Etiyopya’ya vardığımızda sınır kapısı kapalıydı. Sınırda bulunan tek nöbetçi askerin mizacı dostane, fakat aynı zamanda sertti. Yabancıların Etiyopya’ya girmesine izin verilmiyordu. Bill kim olduğumuzu ve neden geldiğimizi açıkladı. Etiyopya’ya girmek istemediğimizi, sadece, yarısı Etiyopya’da olan Moyale kasabasını ziyaret etmek istediğimizi belirtti. Tabii ki Bill’e göre bunda bir sorun yoktu, değil mi?

      Nöbetçi durup düşündü. “Doğru,” dedi, yabancıların Moyale’i günübirlik ziyaret etmelerine izin veriliyordu. Sonra başını salladı. “Ancak pazar günleri değil.” Bize Etiyopya’nın Hıristiyan bir ülke olduğunu hatırlattı.

      Bill başka bir yol denedi. Nöbetçi askere Moyale’de bir turist pansiyonu olup olmadığını sordu. Asker bir pansiyon bulunduğunu söyledi ve oraya gitmek isteyip istemediğimizi sordu.

      Bill, Etiyopya dilinin evet anlamına gelen o hırıltılı ifadesini kullanarak “Awo,” diye yanıtladı.

      “Tamam o zaman,” dedi bekçi. “Dümdüz gidin ve sola dönün.”

      Devlet otelleri her zaman pahalı olduğundan, yerel bir restoran -toprak zeminli ve damı samanla örtülü, tabiri caizse bir baraka-bulduk. Yemekleri harikaydı: doro wat (ekşimiş tereyağıyla yapılan baharatlı tavuk güveci), injera (mayalı krep) ve tej (bal şarabı). Sonra da kahve.

      Avrupalılar hâlâ kahvaltıda bira içerken Etiyopyalılar kahve içiyordu ve yüzyıllar geçerken bir kahve seremonisi ortaya çıkmıştı. Önce, yeşil kahve çekirdekleri masada kavrulur. Sonra garson kadın, dumanı üstünde kahve çekirdeklerini herkese ikram eder, böylece her bir konuk aromanın tadını çıkarabilir. Arkadaşlığa dair şükran benzeri ya da övgü dolu sözler söylenir ve kahvenin çekirdekleri dibekte öğütüldükten sonra demlenir.

      Restoran sahibi o gün bizim kahvemizi işte bu şekilde hazırlamıştı ve o günden sonra bu seremoniyi defalarca görmüş olsam da, hiçbiri bende o günkü kadar güzel bir his uyandırmadı. Restoran sahibi; uzun boylu, zarif ve büyüleyici güzellikte, tipik bir Etiyopyalıydı. Büründüğü turuncu ve mor şallar, az ışık alan bu kulübede parlıyordu. Zencefil benzeri bitkilerin taze filizleriyle birlikte kulpsuz ufak kahve fincanında servis edilen kahve ise mükemmeldi.

      Bir saate kadar sürebilen bu gerçek seremonide üç fincan kahve içmeniz gerekir: Abole-Berke-Sostga, bir-iki-üç, dostluğa! Ne yazık ki restoran sahibinin her birimize sadece bir fincan kahve ikram edecek kadar kahve çekirdeği vardı. Ertesi gün daha fazla kahve çekirdeği olacağını, bu nedenle tekrar gelmemizi söyledi. Akşam vaktinde başlayan sokağa çıkma yasağı yaklaşıyordu, bundan dolayı aceleyle sınırın Kenya tarafına döndük. Ancak ertesi gün nöbetçi askerler tekrar Etiyopya’ya girmemize izin vermedi. Sınırda saatlerce tartıştık; fakat ne mantıklı gerekçelerimiz ne de rüşvet, sözü verilen o ikinci fincan için bizi tekrar Etiyopya’ya almaları konusunda onları ikna edebildi.

      Sonraki on yıl boyunca Etiyopya parçalandı. Milyonlarca insan kıtlıktan ölmüş, iç savaş patlak vermiş ve sonunda ülke ikiye bölünmüştü. Hayatım bundan daha kötü olamazdı. Dört kıtada ve on bir şehirde yaşamış, bazen bir yılda beş kez yer değiştirmiştim. Bu durumu katlanılabilir hale getiren tek şey, otuz beş yaşında biri olarak her şeyi bırakıp geri dönebileceğimi bilmemdi. Dilimden düşürmediğim gibi, hiç dönmemek üzere bir yürüyüşe çıkabilirdim. Bunu pasif agresif bir canına susama durumu olarak düşünün. Bir Budist özentisi olsaydım, bunun bir “yabancılaşma” isteği olduğunu iddia edebilirdim. Bense şans eseri âşık olmuş (canına susamanın başka bir türü) ve evlenmek için