Stewart Lee Allen

Kahvenin hikayesi


Скачать книгу

diye bağırdım. Adamın söylemeye çalıştığı şey buydu; Rimbaud’yu “Rambo” olarak telaffuz ediyordu. Beni Rimbaud’nun yaşadığı yere götürmek istemişti. Şair, 1870’de şiir yazmayı bıraktığında sırra kadem basmamıştı aslında. Sadece aklı başına gelmiş ve Harar’da kahve ticaretine başlamıştı.

      Fakat Rambo Adam ortadan kaybolmuştu.

      Rimbaud’nun Etiyopya’ya gelmesinin altında kahve ticaretine girme isteğinden fazlası vardı. Aslında, Cehennemde Bir Mevsim’de “yitik iklimler diyarına gideceği” ve buradan “demirden uzuvlar, bronz bir cilt ve sert bakışlarla döneceği” öngörüsünde bulunduğu bölümü yaşayarak yerine getiriyordu. Macera, tehlike ve para istiyordu. En azından ilk iki isteğini Harar’da elde etti. Emir görevden alınalı sadece yirmi yıl olmuştu ve bölgede tansiyon hâlâ yüksekti. Fransız kahve tüccarlarının bir kahve çekirdeği için hayatını tehlikeye atacak kadar deli birine ihtiyaçları vardı ve aradıkları kişi Rimbaud’ydu.

      Harar’ın Longberry1 kahve çekirdekleri, yalnızca hoş aromalı bir fincan kahve demek değildir. Birçok kişi, Robusta2 çekirdeklerinin daha iyi hale gelip Arabica3’ya dönüştüğü yerin burası olduğuna ve Harar’ın Longberry’sinin Coffea familyasının kayıp halkası olabileceğine inanmaktadır. Bunun önemini anlamak için öncelikle iki ana kahve çekirdeği çeşidi olduğunu bilmeliyiz: Doğu Afrika’nın yalnızca yüksek rakımlarda yetişebilen lezzetli Arabica’sı ve Zaire’nin hemen her yerde yetiştirilebilen ve pek sevilmeyen Robusta’sı.

      Bunu anladıktan sonra, medeniyetin doğuşundan önceki o gizemli zamanı, yani “Kafein Öncesi Çağ”ı incelememiz gerekiyor.

      O zamanlar, yani bin beş yüz ila üç bin yıl önce, dünyanın ilk kahveseverleri olan göçebe Oromolar, Kefa Krallığı’nda yaşamaktaydı. Oromolar aslında kahveyi içmiyordu. Ezip yağ ile karıştırdıkları ve golf topu büyüklüğünde şekillendirdikleri kahveyi yiyorlardı. Kendilerini çoğu zaman bozguna uğratan Bongalara karşı savaşa girmeden önce karınlarını bu kahve toplarıyla tıka basa doldurmaya bilhassa bayılıyorlardı. Bongalar aynı zamanda mükemmel köle tüccarlarıydı ve Harar’daki Arap pazarlarına her yıl yedi bin köle gönderiyorlardı. Bu talihsizlerin çoğu, savaşta esir düşen Oromolardı. Kahve çekirdeklerini tesadüfen Harar’a getirenler de onlardı. Etiyopyalı korucular, eski köle yollarını gölgeleyen ağaçların, geçmişte sağa sola atılmış kahve çekirdekleri sayesinde yetişenler olduğundan hâlâ söz ederler.

      Ancak önemli olan, bu bölgelerin bitkileri arasındaki farktır. Kefa4’nın çekirdekleri nispeten düşük rakımlardaki muazzam kahve ormanlarında yetişir ve çoğunlukla da binlerce yıl önce Zaire ormanlarından çıkmış olması muhtemel bodur ve sert Robusta’y-la benzerlik taşır. Bunun aksine, Harar’ın kahve çekirdekleri uzun gövdeli ve Arabica gibi lezzetlidir. Harar’ın yüksek rakımına adapte olurken, bu çekirdekler müthiş bir değişim yaşamış gibi görünüyor. Bu değişimin ne olduğunu kimse bilmiyor, fakat Harar’ın evrimleşmiş Arabica çekirdekleri önce Yemen’e ve daha sonra tüm dünyaya yayıldığı için hepimiz minnettar olmalıyız.

      Rimbaud’nun kahve çekirdekleri için hayatını tehlikeye atması (hatta bu uğurda ölmesi), belki o kadar da mantıksız değildir. Fakat ilginç olan nokta, şair ve tüccar Rimbaud’nun Harar’ın kahvesini çok da beğenmemiş olmasıdır. Bir mektubunda Harar’ın kahvesinden “berbat” diye bahseder, “korkunç bir tat” ve “iğrenç” diye de ekler. Böyle bahsettiğine şaşmamalı; çünkü absent5 içtiği tüm o yıllar onun damak zevkini köreltmiş olabilir. Yerlilerin Rimbaud’ya keçi dışkısıyla karıştırılmış çekirdekler satmaktan hoşlanmaları da kahve konusundaki fikirlerine etki etmiş olmalı.

      Birkaç fincan kahve içtikten sonra bir otele yerleştim ve Rimbaud’nun evini bulmak üzere otelden ayrıldım. Harar yaklaşık yirmi bin kişilik nüfusuyla küçük bir şehir. Minareleri orantısız camiler ve çamurdan kulübelerle dolu dar sokaklardan oluşan bir labirent. Caddelerin isimlerinin olmaması hemen dikatinizi çekebilir. Rimbaud’nun evi, şehirde en kolay bulabileceğiniz yer; çünkü oraya yaklaşan her yabancının çevresi anında rehberlik etmek isteyenlerce sarılıyor. Rimbaud’nun evine kadar bana rehberlik etmesi için kimseye para vermeye niyetim yoktu ve akla gelebilecek en tenha güzergâhı kullanarak Rimbaud’nun mahallesi olduğunu düşündüğüm yere fark edilmeden ulaşmayı başarmış, fakat kendimi çıkmaz bir sokakta bulmuştum.

      Görünürde kimseler yoktu, bu yüzden temkinli bir şekilde “Kimse yok mu?” diye seslendim.

      Tanıdık bir ses, “Buradayım,” dedi.

      Duvarlardan birindeki çentikli bir boşluktan eğilerek geçtim ve bir taş yığınının üzerinde çömelerek oturan Rambo Adam’ı gördüm.

      “Hele şükür!” diye bağırdı. “Sonunda gelebildin.”

      Şimdiye kadar gördüğüm en tuhaf evlerden birinin önünde oturuyordu. Bu ev, Harar’ın tek katlı kerpiç kulübelerine kıyasla çok farklı görünüyordu. Üç katlı evin çatısı yan yana iki üçgen şeklinde yükseliyordu ve her yanı oyma işleriyle süslenmişti. Padavra6 kaplı çatının saçak pervazlarında zambak süslemeleri vardı ve pencerelerde kırmızı cam kullanılmıştı. Ev, adeta bir Grimm masalından fırlamış gibiydi. En tuhaf şey ise, evi çevreleyen üç buçuk metre yüksekliğindeki kerpiç duvarda benim geçtiğim aralıktan başka bir geçiş yeri olmamasıydı.

      Adam şaşkınlık içinde bana bakıyordu. “Rehberin yok mu?”

      “Rehber mi? Ne için?”

      “Tamam, sorun değil.” Sarı bir kâğıt parçasını bana doğru salladı ve on birr7 istedi.

      “Bunlar ne?” diye sordum.

      “Biletler.”

      “Bilet mi? Gerçek mi bunlar?”

      “Al bak.” Biraz gücenmiş görünüyordu. Kâğıt parçasının üzerinde Bilet – Rimbaud yazıyordu. 10 Br. “Gerçek evi görürsün. Hükümet. Diğerleri gibi değil.”

      “Rimbaud’nun başka evleri de mi var yani?”

      “Hayır. Bir ev.”

      Ücretini verdim, o da beni eski moda oval bir balkonla çevrelenmiş on beş metre yüksekliğinde tavanı olan, dar bir iç merdivenle çıkılan yaklaşık üç yüz metrekarelik büyük bir salona getirdi. Duvarlar elle boyanmış tuval “duvar kâğıtları” ile kaplıydı; fakat o kadar kirlenmiş ve parçalanmışlardı ki, o eski ve büyüleyici Paris bahçe manzaralarını ve hanedanlıkla ilgili imgeleri zar zor seçebiliyordum. Büyük toz parçacıkları havada uçuşuyordu. Mobilya adına hiçbir şey yoktu.

      Büyük Fransız şair hayatının son günlerini bu acayip şatoda, yanında sevgili uşağı haricinde kimse olmadan geçirmişti. Hiç şiir yazmıyordu ve mektuplarında sürekli yalnızlıktan, hastalıktan ve maddi sıkıntılardan yakınıyordu. Hatta bu sıkıntılar yüzünden köleleri ve silahları Etiyopya imparatoruna satmak gibi talihsiz bir teşebbüste bile bulunmuştu. “Demirden uzuvlar… sert bakışlarla” memleketine geri döneceği kehaneti boşa çıkmıştı. Fransa’ya delirmiş halde ve beş parasız döndü. Sol bacağı kesilmişti. Kısa süre içinde de bilinmeyen bir enfeksiyon sebebiyle öldü.

      Bir süre salonda dolaştım, ellerimi duvarlarda gezdirdim, balkona çıkıp dışarısını