dedi Abera tereddüt ederek. “Stewart, sana bir şey sormam gerek. Ayine giderken bu şapkayı takacak mısın?”
Abera, bana ilk katiyi hazırlayan Jiga’daki kadının oldukça gülünç bulduğu eski hasır şapkamdan bahsediyordu. Belli bir giyim eşyasına çok bağlanıp onu üzerinizden hiç çıkarmak istemezsiniz ya, işte o durumdaydım. K-mart mağazasından aldığım Avustralya tarzı bu şapkayı çok seviyordum ve şapkam seyahatimin son bir yılında oldukça zarar görmüştü. Etiyopya’ya geldiğimde, artık şapkam beş altı siyah yamanın bir arada tuttuğu buruşmuş bir saman parçasıydı. Üstelik kirliydi de; dağılmasın diye onu yıkamaya bile cesaret edemiyordum. Şapkamı her haliyle seviyordum. Değişik milliyetlerden insanlar şapkamla ilgili farklı ama karakteristik tepkiler veriyorlardı. Nepalliler şapkam için şakayla karışık büyük paralar teklif etmişlerdi. Hintliler gülmüş ve şapkamın “eşsiz niteliğini” övmüştü. Etiyopyalılar ise sadece şapkamın hijyenik olmadığını düşünmüştü.
“O şapkayı takamazsın,” dedi Abera. “Bu akşam olmaz. Saygısızlık olur.” İslami tarzda bir başörtüsü çıkardı. “Bunu tak. Hatta dur ben hallederim.”
“Tamam,” dedim. Haklı olduğunu biliyordum. Ayrıca, üzerinde mavi ve kırmızı zambak desenleri olan beyaz başörtüsü daha şıktı. Abera örtüyü bir sarık gibi başıma doladı.
“İyi görünüyor,” dedi. “Müslümanlara benzedin.”
“Artık tanınmam, değil mi?”
“Muhtemelen. Gece geç saatlerde Harar’da bu şekilde yürümek daha az tehlikeli.”
Bir süre sohbet ettik. Akşam yemeği teklifimi geri çevirdi ve ona Cosmopolitan dergisinin sayılarından göndermemi son bir kez daha hatırlattıktan sonra (üniversite gazetesinin editörüydü) yanımdan ayrıldı. Ben de otelin lobisinde oturup beklemeye başladım.
Saat sekiz olmuştu. Sonra dokuz. Derken on oldu. Otel bekçisi uyku hasırını yere sererken, biri ön kapıyı çaldı. Gelen Abera’nın arkadaşıydı. Ona geldiği için teşekkür ettim, ancak ayinin bitmiş olma ihtimalini de sordum, çünkü iki saat geç kalmıştık. “Sorun değil,” dedi. Her şeye rağmen, Harar’ın karanlık sokaklarında aceleyle ilerliyorduk. Yerde çömelmiş duran adamlar haykırarak selam veriyordu. Kadınlar ise daha utangaç şekilde gülümseyerek “merhaba” diyorlardı.
Arkadaşım başımdakini işaret ederek “Müslüman olduğunu sanıyorlar,” dedi.
Kasabanın merkezinden uzaklaştıkça ortalık sessizleşti. Arkadaşımın da sesi çıkmıyordu. Harar sokaklarının, daha önce buralarda köleleştirilmiş tüm kabilelerin ruhları tarafından lanetlenmiş olduğu söylenir. Bazıları, geleneğe göre çift cinsiyetli olduklarına inanılan Harar sırtlanlarının, hadım edilen ve harem ağası olarak satılan yoksul erkeklerin ruhları olduklarını söyler. On sekizinci yüzyılda yaşamış Fransız gezgini Antoine d’Abladie’nin aktardığına göreyse sırtlanların, Zar ruhlarına saldırıp onları yiyen buda isimli bir tür kurt adam olduğuna inanılıyordu.
Zar ayininin yapılacağı eve yaklaşırken sesleri işitmeye başladım. Şeytan çıkarma ayini başlamıştı bile. Arkadaşım sessiz olmamız gerektiğini söyledi ve tek bir lambayla aydınlanan, uzun ve dar bir odaya girdik. Aşağı yukarı yirmi kişilik bir kalabalık, kapının yanına çömelmişti. Odanın ortasında büyük, pirinçten yapılmış bir yatağa dayanmış şeyhin siluetini görebildiğimiz kirli bir beyaz çarşaf asılıydı. Çarşafın önünde ilk hastası duruyordu. Geç geldiğimizden ötürü, adamın ne tür bir rahatsızlığı olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Fakat şeyh adamın ruhunu ele geçiren varlığı çoktan tespit etmiş ve şeytanı, boyun kısmında belli renklerde tüyleri olan üç horozu kurban etmesi karşılığında adamın bedenini terk etmeye ikna etmişti.
Bir kadeh renksiz likör odada elden ele dolaştırıldı. İnsanlar alçak sesle konuşuyorlardı. Yabancı olduğumun anlaşılmaması beni şaşırtıyordu. Anlaşılan “kılık değiştirmem” işe yaramıştı ve yabancı bir Müslüman olarak görülüyordum. Duvar dibine çömelmiş insanların bir kısmı yavaşça ileri geri sallanmaya ve tuhaf bir melodiyi tekrar tekrar mırıldanmaya başlamıştı. Maltızın üstüne tütsü atıldı.
Geleneksel olarak bu tarz şeytan çıkarma ayinlerine başlarken bir çift güvercin kurban edilebilir veya esrar ya da alkol içilebilir. Tüm bu ayinlerde yeşil kahve çekirdekleri önce kavrulur, sonra çiğnenir ve demlenir; böylelikle “kutu açılmış” ve şeyhin, ellerindeki deliklere baktığınızda başka bir boyuta geçeceğiniz, ayak parmakları olmadan tasvir edilen Zar ruhlarıyla iletişim kurabilmesini sağlayan gücü açığa çıkmış olur. Ayrıca, bu ruhların güzel oldukları ve Arap, beyaz ve Çinli gibi çeşitli ırksal arketiplere bürünerek geldikleri de söylenir. Bazılarına göre Zar kelimesi, Afro-Asyatik dil grubunda gök tanrı anlamına gelen Waaq kelimesinin değişime uğramış halidir. Etiyopyalı Zar rahipleri, genelde, Wato ya da Wallo isimli bir kabileye mensuptur; bu da o akşamki ayini yapan rahibin de eğitim gördüğü gölün ve Etiyopya’nın en eski kutsal yerinin ismidir. Wallo kabilesi, ilk kahve çiğneyicilerinin torunları olduklarını iddia etmektedir ve tarihin bir döneminde büyülü güçlerinden dolayı bu kabileden o kadar korkulmuştur ki, diğer kabileler onlara saldırmaya cesaret edememiştir. Yakın zamana kadar, özellikle güçlü büyücülerin mezarlarına bir kahve ağacı dikmek âdettenmiş ve Oromolar ilk kahve ağacının, Gök Tanrı’nın ölmüş bir büyücünün cesedine düşen gözyaşlarından doğduğunu söylermiş.
Ben bu ayine bir şeytan çıkarma diyordum; fakat bu, tek başına Zar’la iletişim kurabilen ve gerektiğinde daha makul talepler için Zar’la pazarlık yapan şeyh ve Zar arasında geçen gerçek bir pazarlıktı aslında. Kahvenin rolü belki de, Carlos Castaneda’nın Don Juan’ın Öğretileri üçlemesiyle popüler olmuş, halüsinatif madde içeren kaktüsün “benzerleri” ile kıyaslanabilir; çünkü çekirdeğin içindeki “ruhlar” sadece onları vücuduna alan kişinin güçlerine göre hareket edebilir.
Bir kız öne çıktı ve yere, şeyhin siluetini gördüğümüz beyaz çarşafın önüne, biraz daha hediye koydu. Baş ağrılarından mustaripti; günlerce süren berbat, korkunç baş ağrılarından. Kız konuşurken şeyhin siluetinin titrediği görülebiliyordu.
Çektiği ıstıraplar erkek bir yakını tarafından anlatılırken kız duruyor ve tek kelime etmeden bekliyordu. Adamın açıklamalarına bakıldığında, kızın çektiği dertlerin baş ağrılarından daha ciddi olduğu anlaşılıyordu.
Abera’nın arkadaşı, “Bu psikolojik bir sorun,” diye fısıldadı.
Kız mobilyaları kırıp döktüğü sara nöbetleri ve tuhaf, şiddetli krizler geçiriyordu. Annesinin parmağını ısırmaya çalışınca, ailesi Zar rahibine danışmaya karar vermişti. Kızın hikâyesini öğrenen kalabalık üzüntüyle fısıldaşmaya başladı. Kızın belirtileri tipik bir Zar şeytanı çarpmasına işaret ediyordu. Şeytan, kadınların ruhlarını ele geçirerek onların vücutlarında yaşama eğilimindedir; bedenine yerleştikleri kadınları, demir çubuklarla kendilerine zarar vermeleri de dâhil -yaraları sabaha kadar kaybolur- pek çok eylemi gerçekleştirmeye zorlarlar.
Kız aniden kendini yere attı, çok acı çekiyormuş gibi titreyerek ve başını ellerinin arasına alarak bağırmaya başladı. Şeyh, kızın içindeki şeytanı sorgularken, kızın yakarışları giderek artıyordu. Olan biteni izleyen Katolik arkadaşım tiksintiyle başını sallıyordu. Sonunda, kızın ailesinin bir buzağı bağışlaması gerektiğine karar verildi. Sonrasında ise kızın ruhunu ele geçiren Zar oldukça garip bir şey talep etti: Kız saçını tamamen kesmeli ve kestiği saçı sırtlanların olduğu yerlerde dağıtmaya tek