nüfusun neredeyse yarısını köleleştirerek Zanzibar’daki karargâhı kurmasıyla zirveye ulaştı.
Akşam yemeğinde pirinç pilavı vardı. Haniş Adaları’nın titreşen ışıkları görünüyordu. Yanımdakilere bunların bomba atan uçaklar olup olamayacağını sordum. Hayır dediler, bu önemli bir şey değildi. Kat yoksunluğuyla tamamen gerginleşen Paulious hariç herkes somurtarak sessizliğe bürünmüştü. Paulious bana, rüzgârın azalmaya devam etmesinin ve yakında buradan gidebilecek olmamızın harika olduğunu söyleyip duruyordu. Bir adanın tepesi üzerinde karanlıkta dans eden küçük kum fırtınalarına doğru işaret ettim. Yıldızların aydınlattığı kum fırtınasının izleri gümüşe çalmakta ve adeta gökyüzünden aşağı süzülmekteydi.
Şeytan hortumlarına Etiyopya dilinde bir isim vererek “Is al-sichan,” dedi. “Kötü şeyler olacak.”
Ertesi gün rüzgâr yolumuza devam edebileceğimiz kadar sakinleşmişti. Araziyi günbatımına kadar gözlemledik ve birkaç saat sonra el-Muha Limanı’nın hemen dışına demir attık. Fakat ertesi sabah rıhtıma yanaşmaya çalıştığımızda Yemen’in bizi kabul etmediğini öğrendik. Başta Somalili mülteciler olmak üzere yol arkadaşlarımın resmi evrakları yoktu. Rıhtımdan yirmi üç metre uzağa demir atmamız ve orada durmamız gerektiği, limana girmemizin veya limandan ayrılmamızın yasak olduğu söylendi. Üç gün, üç gece boyunca limandaki sahipsiz gemilerin arasında sürüklenip durduk. Dostluklar kuruldu ve bitti. Daha fazla kavga çıktı. Somalili delikanlı Muhammed, konuşmak istemiyordu. Neyi olduğunu sorduğumda da yalnızca yıldızlara bakıp “Çok güzeller,” diye mırıldanıyordu.
HAKLIYDI. GÜNDÜZLERİ, GİRDAP GİBİ DÖNEN kum fırtınalarının arasında bir görünüp bir kaybolan el-Muha’nın kemik beyazı minarelerini görebiliyorduk. Geceleri ise teknemiz demir attığı yerde sallanırken, sırtüstü uzanıp yıldızların daire çizerek dönüşünü izliyordum. Geceler soğuktu. Battaniyem yoktu, bu yüzden ısınmak için Billie Holiday’in şarkılarını söylüyordum. Şarkıları güzel söylediğimde, Dişsiz beni bir paket bisküviyle ödüllendiriyordu. En sevdiği şarkı da “God Bless the Child” idi.
Zihnim biriktirdiği her anıyı kusmaya başlamıştı. Hayaletli Noel ilahileri rüzgârda yankılanıyordu ve belirli cinsel fantezileri zihnimde o kadar çok tekrarlıyordum ki sevgilimin saçlarının parmaklarıma dolandığını hissedebiliyordum. Son gecemizde yakındaki bir gemi enkazında birtakım hareketlenmeler olduğunu fark ettim. Geminin yarısı batmıştı ve ben de terk edildiğini düşünmüştüm. Ancak gece boyunca geminin lombozlarında soluk renkli ışıkların kırpıştığını gördüm. Teknemiz ne zaman enkaza doğru sallansa, bir dirseğimin üzerine doğrulup karanlıktaki gemiye bakıyordum. Enkazdaki biri Michael Jackson’ın meşhur ayak hareketlerini yaptığı “Billie Jean”i izliyordu. Tekne sürekli sallanırken ve deniz tuzuyla kaplanmış gözlüğümle orada neler döndüğünden emin olmak zordu; ancak Michael Jackson’ın suyun üzerinde ay yürüyüşünü tekrar tekrar yapıyor olduğuna ikna olmuştum.
Üçüncü gün uyandım ve Qasid’in rıhtıma çekildiğini fark etim. Somalili kadınlar peçeleriyle yüzlerini örtmüşlerdi. Teknedeki arkadaşlarım bir kamyonete bindirildiler, ben de sarıklı askerlerle çevrili küçük bir barakaya götürüldüm. Barakanın içinde bir masanın arkasında oturmuş bir başka asker vardı.
“Pasaport.”
Pasaportumu uzattım. Sayfaları kızgın bir şekilde çevirdi.
“Evet,” dedi yüzüme bakmadan. “Geldiğin yer…”
“Etiyopya.”
“Burada Cibuti yazıyor. Hangisi doğru?”
“Evet, evet, Cibuti,” dedim. “Unutmuşum.”
Öfkeyle içini çekti. “Cibuti’yi unuttun. Savaşı da unuttun mu?”
“Savaş mı? Yemen ile Eritre arasındaki mi? Tabii ki hayır.”
“Tabii ki hayır,” diye tekrarladı ve sandalyesine yaslandı. “Senin, yani bir Amerikalının, şu an burada olması garip. Neden böyle diyorum biliyor musun?”
Savaşın iyi gitmediği anlaşılıyordu. Eritreliler, Yemenlileri Ha-niş Adaları’ndan sürmüştü. Elli kadar insan ölmüştü. Bu çok ciddi bir şeydi. Subaya göre de her şey, Eritrelilerin deniz dibi petrol sondajıyla ilgili bir anlaşmayı imzalayıp haklarını bir Amerikan petrol şirketine devretmesiyle başlamıştı. Petrol yatağı, Eritre’nin kıyı şeridiyle adalar arasındaydı, bu yüzden Eritre petrol üzerindeki haklarını sağlama almak için orayı istila etmişti.
Karşılarında komik şapkalı bir Amerikalı vardı. CIA’den geldiğim besbelli ortadaydı işte.
“El-Muha’ya geldiniz,” dedi başını sallayarak ve gülümseyerek.
“Vizemi görebildiniz mi?” diye sordum.
“Ah evet,” dedi küçümseyerek. “Vize.” Eşyalarımı işaret etti ve duvarın önünde duran bir masaya yaydı. “Fotoğraf makinen de var, ha?”
“Evet.”
“Fotoğraf çekiyor musun?”
“El-Muha’da değil.” Öfkeli bir ses tonu çıkarmaya çalıştım. “Burası askeri bölge!”
“Yaa. Peki neden el-Muha’ya geldiniz?”
“Kahve için,” diye açıkladım.
“Kahve? Muha’da mı?”
“Evet. Hani, Şâzelî… “
“Cami mi?” Pasaportuma tekrar baktı ve ilk sayfayı inceledi. “Fakat burada Müslüman olduğun yazmıyor.”
“Hayır, ama…”
“Sadece Müslümanlar camiye girebilir.”
“Sadece görmek, şöyle bir bakmak istiyorum.”
“Yaa… Önce kahve için geldiğini söylüyorsun. Sonra da turist olduğunu.” Bana inanmamıştı. “Gelgelelim, Eritreli suçlularla Yemen’e geliyorsun. Hem de bir fotoğraf makinesiyle.”
Sonuçta beni bir casus zannıyla nezarete atacaktı. Bir yatak ve su olduğu müddetçe benim için sorun yoktu. Yemen bürokrasisinin seyrini izlemek ilginç olabilirdi. Subay eşkâllimi gönderecek, diğer subaylar daha fazla soru soracaklar, o da verdiğim cevapları onlara gönderecekti. Daha fazla soru, daha fazla cevap; ama ikimiz de sonunda serbest kalacağımı biliyorduk.
Subay beni inceledi. Belki de zihnimi okudu; çünkü bir anda tüm bu çabaya değmediğime karar vermiş gibiydi. Yemen felsefesiyle özdeşleştirdiğim bir hareket yaptı: Sağ elini kulağına kadar kaldırdı ve durumdan sıkılmış gibi yukarı bakarak ilk üç parmağıyla “hadi git artık” anlamına geldiğini düşündüğüm tuhaf bir el hareketi yaptı. Sonra da makineli tüfek taşıyan iki askerinin dışarıya kadar bana eşlik etmesini emretti.
“Hoş geldiniz. Pasaportunuzu unutmayın,” dedi. “Fakat kahve için geldiyseniz, üç yüz yıl kadar geç kaldınız.”
EL-MUHA LİMANI, NEREDEYSE BİN YILDIR kahveyle özdeşleşmiş durumda. Afrika’dan getirilen ilk kahve çekirdeklerinin kaynağı burasıydı ve ismi “Muha” olarak değişen el-Muha, sonradan kahve demlemenin evrensel adı gibi olmuştu. Görünen o ki, 1200’lerde Şâzelî adında Müslüman bir dervişin kahveyi ilk kez demlediği yer yine Muha’ydı. Etiyopyalılar uzun zamandır kahve çekirdeğini çiğniyor ve belki de yapraklarından çay yapıyor olsalar da, çoğu insan el-Muhalı Şâzelî’nin kahve çekirdeğinden içecek yapan ilk kişi olduğunu düşünmektedir.
“Bize ulaşan birçok rivayete göre, qahwayı