Stewart Lee Allen

Kahvenin hikayesi


Скачать книгу

olabilecek varyasyonları kendi kendime mırıldanıyordum. Lanet olası kelimeyi kaç farklı şekilde telaffuz edebilirdim ki?

      Sanaa, LSD kullanan bir çocuğun yaptığı kumdan bir kale gibidir; garip beyaz sıvalı frizlerle süslenmiş, yedi katlı kerpiç gökdelenlerden oluşan, arabaların giremediği bir labirent. Eşi benzeri yoktur. Kendimi bir anlığına hiçbir şey düşünmeden aval aval şehre bakmanın keyfine kaptırmıştım. Sonra o kokuyu aldım; dükkânlardan gelen diğer binlerce koku arasından, burnuma kavrulmuş kahvenin o tanıdık rayihası geliyordu. Koca bir kemerden geçerek ufak, koyu renkli bir meyveyle doldurulmuş yüzlerce çuvalın üzerine uzanmış tüccarlarla dolu bir avluya daldım. Bunlar kuru üzümdü. Hemen ana yola geri dönüp kokuyu takip ettim; fakat bu sefer de yaklaşık bir metre yüksekliğinde piramitler şeklinde yığılmış zencefil, karanfil, kakule ve tarçının olduğu bir başka dükkâna gelmiştim. Çok üzüldüm. Burası da bir aktardı. Kokuyu artık bir daha asla bulamayacaktım.

      Tüccarlardan birine “Qahwa?” diye sordum ve hemen sonrasında kendimi eski Arnavut kaldırımları olan, duvarlarla çevrili bir avluda buldum; üç cephesinde elli kiloluk kahve çuvalları yığılıydı. Beline kadar sakalı olan bir adam bacak bacak üstüne atmış oturuyor, kocaman bir hesap defterinde düzeltmeler yapıyordu. Bir oğlan kapı aralığından beni izliyordu. Sonra avlunun köşesindeki bir kapı aralığından gelen belirsiz fakat ritmik bir ses duydum. İçeride iki adam omuzlarına kadar gelen kabuklu kahve çekirdeği yığınları arasında oturuyordu. Kabukları ayırmak için kavrulmuş çekirdekleri metal örgüden büyük sepetlere atıyorlardı. Görünürdeki tek modern cihaz, eski püskü bir kahve kavurma tavası ve tek bir çıplak ampuldü.

      San Salat’l Musan. Dünyanın en eski kahve dükkânı. Ayakkabılarımı çıkardım ve oradaki iki adamı izlemek için kapının önüne oturdum. İkisi de gülüyordu. Kahve çekirdeklerine dokunmak istediğimi belirttim, sonra elimi koyu ve parıltılı taneciklerin içine daldırdım. Çekirdekler tenimde bir şelale gibi kayarken, bunun kahveyi içmekten daha iyi olduğunu düşündüm. Diğer kolumu da dirseğime kadar çekirdeklerin içine daldırdım. Şimdi çok daha iyi diye düşündüm; kahve içmek de neymiş?

      Çocuk, buharı tüten koyu renk bir sıvıyla ağzına kadar dolu üç fincan getirdi. Adamlar, keyif naraları atarak sepetlerini bir kenara attılar ve fincanların ikisini aldılar. Oğlan üçüncüsünü bana uzattı. Fincanı ağzıma götürürken Oh be, sonunda!” dedim içimden. Kutsal çekirdeklerin yetiştiği dağlarla çevrili “En Kutsal Yer”de, İslamiyet’in üç kat daha kutsal içeceğini, en çok da Peygamber tarafından sevilen kahveyi içiyordum.

      “Pişt!” dedi çocuk, bardağımı işaret ederek. “Pişt! Çay ister misin?”

      İNSAN VE BAHARAT TAŞIYAN BİR SÜRÜ DEVEYLE SABA MELİKESİ BELKIS, Süleyman Peygamber’i zor sorularıyla test etmek için Kudüs’e gelir. Saba Melikesi’nin Süleyman Peygamber’e verdiği baharatların eşi benzeri de yoktur.

      İncil’den alınan yukarıdaki paragrafın, Melike’nin Süleyman Peygamber’e ne tür baharatlar verdiğinden bahsetmemesi çok üzücü. Melike’nin getirdikleri arasında kuşkusuz ki tütsü ve mür vardı; çünkü Saba veya diğer adıyla Sheba, Yemen’in en eski krallıklarından biri ve en ünlü tütsü ve mür ihracatçısıydı. Bu değerli hediyeler arasında acaba kahve çekirdekleri de var mıydı? Saba Krallığı’nın Etiyopya’yı da kapsadığını düşünen tarihçilere göre bu muhtemel. Bu varsayım için sunulan tek kanıt, Süleyman Peygamber’in o gece Melike’yi baştan çıkarmasıdır; bu da kahve çekirdeğinin bir afrodizyak olduğu yönündeki söylentilere sebep olmuştur. Kahvenin Yemen’in dışına yeni yeni yayıldığı dönemlerde, Arap tarihçi Ebu Tayyip El-Gazi de (1570-1651) Melike’nin ziyaretinden kısa bir süre sonra, vebanın sardığı bir kasabayı iyileştirmek için Süleyman Peygamber’in Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kullandığını iddia ederek Süleyman Peygamberi kahveyle ilişkilendirmiştir.

      Genel olarak kabul gören teori ise kahvenin İslamiyetin doğuşundan birkaç yüzyıl sonra Araplar arasında yayılmaya başlamış olmasıdır. Bugün İslamiyet deyince pek çok Batılının aklına ilk gelen teröristler, sakallı yobazlar ve tuvalet kâğıdı azlığı oluyor. Bu, hem saçma hem de doğru elbette. İslam güzel bir din, ama mükemmel değil; üzerinde düşünülmesi gereken noktaları var. Ne var ki İslami-yetin altın çağını yaşadığı dönem insanoğlunun en görkemli zamanıydı. Avrupa’daki Hıristiyanlar Karanlık Çağ’a saplanıp kalmışken, Müslümanlar Aristoteles’in eserlerini inceliyor, matematiğin ortaya çıkmasına katkıda bulunacak çalışmalar yapıyor ve tarihin en mükemmel medeniyetlerinden birini kuruyordu.

      Fakat bütün bunlar kimin umurunda ki? Asıl önemli nokta hiçbir Müslümanın ağzına içki sürmemiş olması. Üzümün tadından mahrum kalmış bu yeni toplumun, özellikle de kahveyi dini ayinlerde kullanmaya başlayan mistik sufilerin kahve tiryakisi olması, hiç de şaşırtıcı değil.

      “Saçmalık. Tamamen saçmalık. Sufiler!” Yerel bir kafede masamı paylaştığım İsmail, Sünni bir Müslümandı ve görünüşe göre Sufizmi ya da genel olarak İslamiyeti araştırmaya pek de vakit ayırmamıştı. “Bu ülkedeki insanların yaptıkları tek şey kat çiğnemek.”

      Sanaa, Müslüman siyasi mültecilerin gurbetteki evidir ve buradaki kafeler Iraklı, İranlı, Afgan ve Somalililerle doludur; tüm bu farklı memleketlerden gelenlerin en sevdiği aktivite de kendilerine kapılarını açmış ülkeleri eleştirmektir. İsmail, yirmi yıl önce babasıyla birlikte Sanaa’ya gelmişti ve artık tamamen asimile olmuş gibi görünüyordu. Kemerinin içinde bir jambiya (hançer) bile taşıyordu. Onun bir Afgan olduğunu ele veren tek şey, sakalındaki kına izleri ve başına sardığı kocaman çalmaydı20.

      İsmail’e, insanların kahve içmeye nasıl başladıklarını merak ettiğimi söyledim. O da bana eski keçi hikâyesinin yeni bir versiyonunu anlattı. Bir zamanlar aşırı hareketli bir sürüsü olan Afgan bir keçi çobanı varmış. Çoban, sürüsünün neden yerinde duramadığını bir türlü anlayamıyormuş. Bir gün, en hareketli keçilerinin gidip gelip bazı küçük kırmızı meyveleri yediklerini fark etmiş. Merak edip kendisi de denemiş. Yorgunluğu geçmiş. Uylukları arasına yakıcı bir his yayılmış. En güzel dişi keçisini kapmış ve…

      Böylelikle de hayvanlarla cinsel ilişkiye girme kavramı ortaya çıkmış. 18 yaş üstü öğe yeni olsa da, bu eski Kaldi hikâyesiydi.

      “Doğru,” dedim. “Sanırım bu yüzden qahwanın insanı bir ‘şeytan’severe dönüştürdüğü düşünülüyor?”

      “Yok, hayır. Ama işte bu yüzden Yemenli erkekler çok fazla kahve içiyor,” diyerek göz kırptı. “Keçilerini seviyorlar.”

      “Peki Afgan çobanlar sürülerini sevmiyor mu?” diyerek İsmail’e takıldım.

      “O kadar değil. Bir İngiliz kızı bir keçiye tercih edip etmediğini bir Afgan’a sor, sana bir cevap verebilir. Yemenli bir adama sorarsan, ‘Bu nasıl bir kıyaslama? Hiç İngiliz bir kızla birlikte olmadım ki,’ diyecektir.”

      “Evet, evet. Bunu biliyorum. Bana bilmediğim bir şey söyle.”

      “Esrar ister misin?”

      Teklifini reddettim. Acilen döviz bozdurmam gerekiyordu. Bunu Sanaa’da yapmanın biraz çetrefilli bir iş olduğunu anladım. Sebebi karaborsa bulmanın zor olması değildi. Delikanlıların gece iki veya üçe kadar, para yığınlarıyla korkusuzca kaldırımda oturdukları bir cadde vardı. Sorun, daha önce hiç kimsenin bir seyahat çeki görmemiş olmasıydı. Bozdurmaya çalıştığım bir çek, şiddetli bir tartışmadan sonra kabul edilmişti. Paramı da şartları