Cebrail, Şâzelî’ye kralın bir cilt hastalığına yakalandığını ve onu bir fincan sihirli kahveyle tedavi edebileceğini bildirene kadar, Şâzelî burada sadece kahve çekirdekleriyle beslenir.
Bazı tarihsel rivayetlere göre Şâzelî veya tarikat üyelerinden biri, Etiyopya ziyaretinde insanları kahve içerken görmüş ve bu alışkanlığı kendi ülkesine taşımıştır. Başka bir rivayet ise Portekizli denizcileri deniz tutunca, gemilerinin Muha’ya çekildiğinden bahseder. Hayırsever Şâzelî yıllardır içmekte olduğu sihirli iksiri hasta ve zayıf düşmüş denizcilere tavsiye ettiğinde hepsi ölmek üzeredir. Kahveyi içer ve birkaç gün içinde yelken açacak kadar iyileşirler. Yola çıkarken Şâzelî’nin denizcilere “Bunu unutmayın, Muha’nın içeceği!” diye haykırdığı söylenir. Böylelikle de tarihi değiştiren içecek ilk kez Batı’ya getirilmiş ve Muha’nın ünü sonsuza dek garantilenmiş olur.
Her neyse. Aslında Şâzelîlik bir Sufi tarikatıdır ve 1200-1500 yılları arasında bir avuç Şâzelî dervişi, kahve kokulu dini deneyimler yaşayarak Arap yarımadası civarında gezinmişlerdir. Şâzelî dervişleri sonunda farklı din ve kültürlerin bir araya getirilmesi için çalışan bir Hıristiyan/Müslüman grubun bulunduğu İspanya’ya kadar yayılmıştır ve şu an hâlâ Cezayir’de “bir fincan Şâzelî” diye isteyeceğiniz kahveyle yakın bir ilişkileri vardır. Aslında herkesin gerçekten bildiği tek şey, el-Muha’da yaşayan bir Şâzelî tarikatı üyesinin kahveyi dünyayla tanıştırmış olması ve içtikleri her neyse, çekirdeklerini kavurmadıkları için tadının muhtemelen berbat olmasıydı. Kavrulmamış çekirdekleri, yaprakları ve kakuleyi kısık ateşte kaynatmış olabilirler. Doğrusu, el-Muha’daki Şâzelîlerin yaptığı tek şeyin kat yapraklarından çay demlemek olduğuna ve Aden’deki başka bir sufinin de bu yaprakları kahve çekirdekleriyle değiştirdiğine dair bazı kanıtlar mevcuttur.
Bu mütevazı başlangıçtan küçük bir imparatorluk doğmuştur. 1400’lü yıllarda Türkler Yemen’i fethettiğinde, İslam dünyasının her tarafında Muha kahvesi içilmekteydi. 1606’da, yani Avrupa’daki ilk kafenin açılmasından neredeyse yarım yüzyıl önce, ilk kez bir İngiliz tüccar limanı ziyaret ettiğinde, Hindistan kadar uzak yerlerden gelenler de dahil olmak üzere limanda otuz beşten fazla ticaret gemisinin olduğunu ve hepsinin de limana düzensizce yığılmış kahve paketlerini beklediğini bildirmişti. Günümüz kambiyosunun tersinin geçerli olduğu bir zamanda, İngiliz tüccar John Jourdain şöyle yazmıştı: “Muha’daki ürünler o kadar pahalı ki büyük Kahireli tüccarlara verdikleri fiyatlar üzerinden bizim anlaşmamızın imkânı yok.” Liman boyunca kahve sarayları vardı ve kölelerin yelpazelediği prensler altın yastıklara oturuyordu. Görevi, kâfirlerin değerli kahve bitkilerinden birini çalmasına engel olmak olan özel bir ordu bile vardı.
O dönemlerde, uzun süre önce ölen derviş Şâzelî kahve içenlerin koruyucu evliyası kabul edilmiş ve yerel bir camide bulunan türbesi Müslümanların uğrak mekânı haline gelmişti. Limanda bekletilirken minareyi görmüştüm. Yetkililer gitmeme izin verir vermez de minarenin yolunu tuttum. Modern Muha’nın şimdiye kadar gördüğüm en pis cehennem çukuru olduğunu anlamıştım. Ayakları yağdan kararmış, yırtık pırtık kıyafetli adamlar, bir zamanlar yerel taksi filosunu oluşturmuş araçların enkazı arasında avarelik ediyordu. Balık kokan birkaç kafe ve otuz adamın tek bir odaya tıkıştığı bir funduq (otel) vardı. Teknemizi tahrip eden muson rüzgârı hâlâ esiyordu; burada sadece küçük bir kum fırtınası çıkarmıştı. Bir anda gömleğimin içine girip yavaşça aşağı doğru süzülen kum ve terle kaplanmıştım.
Nihayet şehrin tarihi kısmına vardığımda, aklıma Hindistan’da gördüğüm bir kitaptan bir alıntı geldi.
“Şehir kendisini çok güzel bir nesne olarak sunuyordu,” diye yazmıştı Jean de La Roque Voyage to Arabia the Happy isimli kitabında. “Çok sayıda palmiye ağacı ve saray vardı. Manzara bize keyif veriyordu.”
Kitap üç yüz yıl önce yazılmıştı. Bazı şeylerin değişmiş olabileceğini anlıyordum. Ama bunun, kasabadaki tek yolun sonunda duran bu şeyin, inanılmaz olduğunu düşünmüştüm. Ufuk boyunca yıkık dökük konakların yayılmış olduğu kumlu bir açıklık uzanıyordu. Hemen solumda, bir kahve tüccarının adeta Binbir Gece Masalları’ndan fırlamış konağının yıkık dökük duvarları duruyordu; konak, itinayla süslenmiş oymalı frizler, balkonlar ve soğan şeklinde pencerelerle doluydu. Daha uzakta, büyük ihtimalle bir zamanlar küçük bir kalenin köşesi olan mazgallı bir kule vardı. Bazıları yıkık dökük bir duvardan daha büyük olan kalıntılar birkaç kilometre boyunca devam ediyor gibiydi. Aralarında, üzeri kum tepeleriyle kapanmış daha pek çok bina kalıntısı olduğunuysa sonra fark edebildim.
Buradaki tek yaşam belirtisi, dokunsan yıkılacak gibi görünen bir duvarın yanına çömelmiş ve varlığımdan bihaber görünen yaşlı bir adamdı.
“Selam,” diye seslendim. Nargilesini içmeye devam etti. Sağır olabileceğini düşündüm ve görüş alanına girerek bekledim. Bir şey değişmedi. Daha önce bazı ürkütücü şahıslar görmüştüm, ancak bu adam gibisine denk gelmemiştim. Yağ lekeli kıyafeti o kadar eski püsküydü ki adam tamirci dükkânından henüz çıkmış gibi görünüyordu ve başına taktığı sarık o kadar yağ ve pislik içindeydi ki artık temizlenmesinin imkânı yok gibiydi. Örümcek ağını andıran kırışıklıklarıyla paramparça olmuş yüzü, aşırı güneşten kahverengi olmuştu ve mumyalanmış gibi görünüyordu. Sarığının altından akan ter, yüzüne yapışan kum tanelerinde izler bırakarak aşağıya süzülüyordu. Nargilesi, nargile lülesi yerine kullanılabilecek kırmızı bir akik taşı ve kırık bir su şişesine sıkıştırılmış paslı borulardan ustaca yaptığı acayip bir mekanizmaydı ve onunla muhteşem bir uyum yakalamıştı.
Merakla camiyi işaret ettim. “Şâzelî?”
Bir fırt daha aldığı esnada nargilesinden gelen sesleri duyabiliyordum. Hâlâ bir tepki yoktu. İçeriye girmenin bir yolu olup olmadığını görmek için camiye doğru gittim. Altı adet alçak kubbenin ortasından, Zabid usulü zarif geometrik oymalarla kaplanmış, kırk metrelik beyaz bir minare yükseliyordu. (Matematiğin doğduğu yer olan Zabid köyü buraya çok yakındı.) Caminin diğer tarafına geçtim ve pirinç topuzlarla kaplı ahşap bir kapı buldum. Ben daha kapıyı çalmadan karşıma yaşlı bir adam çıkıverdi. Pis pis sırıttı, arkasını döndü, kapıya bir asma kilit taktı ve ben “Bahşişş!” diye tıslayışını bile duyamadan kum fırtınasında gözden kayboldu.
Şöyle bir durdum ve camiyi inceledim. Sonra da kalıntıları ve nargile içen yaşlı adamı. Esen rüzgârla birlikte burnuma kötü bir koku gelmişti. Kokan bendim. Bir haftadır duş almamıştım. Açlıktan ölüyordum ve bitkin düşmüştüm; sanki bir dişim kırılmış gibi beynim zonkluyordu. Kum fırtınası o kadar şiddetliydi ki, kırılmasın diye elimle cam gözlüğümü korumak zorunda kalmıştım. Oradan ayrılmaya karar verdim.
“Şimdilik hoşça kal,” dedim. “Sonra görüşürüz.”
Yaşlı adam nargilesinden bir fırt daha çekip tam karşıya dik dik baktı. El-Muha’dan bir çıkış yolu bulmak için kum fırtınasına doğru yola koyuldum.
4
Kötü Abla
İmamlar, camileri boşken kahvehanelerin her zaman dolu olmasından şikâyetçiydi.
YOLUM YEMEN’İN YÜKSEK DÜZLÜKLERİNDE BULUNAN BAŞKENT Sanaa’dan geçerken, gece yarısına on beş dakika kalmıştı. Başardım diye düşündüm. Kimseciklerin olmadığı meydanda