Stewart Lee Allen

Kahvenin hikayesi


Скачать книгу

burasıyla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordum; çünkü Etiyopya’da bulabildiğim tek rehber kitap dokuz yıl öncesine aitti. Yemen’in, İslam ülkelerinin en dışa kapalısı olduğunu, tüm vatandaşlarının uyuşturucu bağımlısı olduğunu ve şu anda bulunduğum dağlık başkent Sanaa’da gerçekten tuhaf binaların bulunduğunu yazıyordu. Merdiven boşluğunda bir köşeyi döndüm ve vücudunu örten gri bir kaftan giymiş bir delikanlının ikinci kattan beni izlediğini fark ettim. Bir elinde alevi titreşen bir mum, diğerinde ise yapraklı bir filiz tutuyordu. Odanın fiyatı hakkında konuşurken, en körpe filizleri ağzında geveliyordu. Kat. Bakışımı gördü ve bana da bir yaprak ikram etti. İstemedim. Beni alt kattaki odama giden koridora götürdü. Hoş bir odaydı, ama her yerde olduğu gibi, elektrik olduğunu gösteren en ufak bir belirti yoktu. Emin olmak için ışığı açmaya çalıştım.

      Tavandaki tesisatı işaret ederek “Işık?” diye sordum.

      Delikanlı ellerini iki yana açtı ve yukarı baktı.

      “Bismillah,” dedi.

      “Allah’ın adıyla,” diye çevirdim içimden. Haklıydım. Delikanlıyı odadan adeta kovaladım ve oturup geçirdiğim günü düşünmeye başladım. Günüm oldukça iyi başlamıştı. Şâzelî’nin türbesinden ayrıldıktan sonra el-Muha’nın ana yoluna çıkmış ve orada bekleyen bir taksi bulmuştum. Taksinin içine on bir adam tıkışmıştı, bu da bir kişilik daha yer olduğu anlamına geliyordu.

      “Arkaya, Amerikalı’nın yanına koyalım.”

      Gözlerim büyüdü; tam altı keçi! Şoför kahkaha attı ve kapıyı çarparak kapattı.

      “Haha!” diye haykırdı. “Şaka, şaka!”

      Ne yazık ki şoförün, bu yolculuğun altı saat süreceğine dair tahmini de yapmış olduğu başka bir ince espriydi. İyi geçmesine rağmen yolculuk on iki saatten fazla sürmüştü, çünkü yolculuğumuz Yemen’deki en önemli tek toplumsal gücün, yani kat isimli uyuşturucunun, canlı bir gösterisine dönüşmüştü.

      Galal isimli bir yolcu, “Bu, Yemen’in başına gelen en kötü şey,” dedi. “İngilizlerden bile kötü.”

      “İngilizlerden daha mı kötü?” diyerek tekrarladım. “Anlaması zor.”

      Katı Etiyopya’dayken duymuştum. Ancak, Avrupa ve Mekke’de yaşamış Galal’a göre kat, o kadar çok Yemenliyi bağımlı hale getirmişti ki artık ekonominin canına okuyordu ve kahvenin ilk ekilip biçildiği topraklardan tamamen silinmesi söz konusuydu.

      “Eskiden sadece öğleden sonraları çiğnenirdi. Öğle yemeğinden sonra bir saat boyunca kat çiğniyorlar ve işe geri dönüyorlardı. Sonra bu bir saat, üç saat oldu. Tüm öğleden sonrayı kat çiğneyerek geçirdikten sonra işe geri dönmeyi hiç istemezsin, hele de devlet kurumunda çalışıyorsan. Artık birçok insan bir önceki gün çiğnediği katın etkisinden kurtulamadan işe geliyor ve yaptıkları tek şey daha fazla kat çiğnemenin hayalini kurmak, daha sonra da sabah on civarlarında, kat satan dükkânlara en tazesini almak için hücum ediyorlar. Sonra oturup çiğniyorlar ve hiçbir şey yapmadan günü bitiriyorlar.”

      Devasa dağların, merak uyandıran köyler ve kalelerin büyüleyici manzarasını seyrederek yolumuza devam ediyorduk. Kahve ilk kez sekiz yüz yıl önce burada, Güney Yemen’de bulunan Taiz ve İbb yakınlarındaki Kahve ya da diğer adıyla efsanevi Nasmurade Dağı’n-da (Nakil Sumara) yetiştirilmişti. İngiliz gezgin John Jourdain’in 1616 yılında yazdığına göre Yemenliler, Avrupalıları kahvenin yalnızca Nasmurade’de yetişeceğine inandırmıştı; çünkü Nasmurade, “[zirvesinde] Arapların, Büyük Kahire’ye ihraç edilen en kıymetli ürününün korunduğu iki kale olan (…) Arabistan’ın en yüksek dağıydı.”

      Artık öyle değil. Bazıları milattan önce oluşmuş, dağ yamacına yayılan sekilerde artık kattan başka bir şey yetişmiyor. Bu ilerleme de iki madde arasındaki tarihi ilişkinin göstergesidir. Hatta bazıları Muhalı Sufi Şâzelî’nin demlediği kahvenin kat yapraklarından yapılmış çay olduğunu düşünmektedir ki bu yaprakların yerine el-Dhabhani isimli başka bir sufi kahve çekirdekleri kullanmıştır çünkü kat, yaşadığı yer olan Aden’de bulunmamaktadır. Her ikisi de uyarıcıdır, fakat çoğunlukla “kahvenin kötü ablası” olarak adlandırılan kat, aynı zamanda bir uyuşturucudur ve o kadar sıradışıdır ki Dünya Sağlık Örgütü’nün yedi uyuşturucu kategorisinin hepsinde bulunan tek maddedir. Amerikan hükümeti katı eroin kadar tehlikeli bir madde olarak görmektedir.

      Harar’dan sonra Yemen’in en iyi katının İbb yakınlarındaki bölgede yetiştirildiği söylenir; burada parlak yeşil yaprakları anayolda seyyar olarak satan delikanlıları adım başı görebilirsiniz. Şoförümüz her birinde durdu. Galal, kamyon şoförlerinin tercih ettiği ve bazen insanda korkunç bir uyuşukluk hissine neden olan sawli ve muz yapraklarına sarılmış taze filiz demetlerinden oluşan, şairlerin tercih ettiği shami gibi katın tüm çeşitlerinden bahsetmişti. Mezarların üzerinde yetişen katların da halüsinasyonlara sebep olduğu söyleniyordu.

      Dubai’de banka müdürlüğü yapmış olan Galal, şoförümüzün günde yaklaşık bin iki yüz riyad kazandığından, ancak bu paranın en az sekiz yüzünü kata harcadığından bahsetti. Birçok erkeğin gelirinin dörtte üçünü bu uyuşturucuya harcadığını söyledi. Her köy pazarının, satılan diğer tüm ürünlerin birleşimi kadar büyük, kata özel bir bölümü olduğunu ben de fark etmiştim.

      “Bazıları da prestij sahibi olmak için kendi ağacını yetiştiriyor,” dedi Galal. “İnsan ancak o zaman en tazesi olduğundan emin olabilir!”

      Bitkiden dolayı yeşile boyanmış dudakları arasındaki katı yerden yere vuran Galal da dahil olmak üzere, akşam olduğunda ben ve üzerinde Kuran taşıyan Sudanlı hariç taksimizdeki herkesin kafası iyi olmuştu. “Katın dudağında bıraktığı lekeler düşük itibar göstergesiyse neden çiğniyorsun?” diye Galal’a sordum.

      Yemen’e geri dönmeyi düşündüğünü açıkladı. “İnsanların garip olduğumu düşünmelerini istemiyorum.”

      Otelime geldiğimde, konforuyla beni şaşırtan yatağıma uzanırken bir gün daha bitti diye düşündüm. Mumu söndürdüm. Ya Yemen kat-kafalı insanlarla doluysa? O zaman şüphesiz ki burada, başkent Sanaa’da, kahve daha yaygındır. Gözlerimi yumdum ve içimden, bildiğim tek Arapça tabiri tekrarladım: qahwa al-bon. Bon Arapçada çekirdek, qahwa ise şarap demekti: “Çekirdek Şarabı.”

      SABAH OLDU VE ESKİ SANAA PAZARININ, Arapçada “alışveriş merkezi” anlamına gelen Suq’un yolunu tuttum. Sanaa, kristalize olmuş hurmalar (“Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!”), kuru üzümler, mür ve tütsü, yedek lastikler, silahlar, sarraflar, Koreli kadınların kıyafetleri, kolonya, ayakkabı bağcıkları, tıraş losyonu, Müslüman tespihleri, nargileler ve eski teneke kutulardan yapılmış demliklerle dolu bir labirenti andıran dünyanın en eski dar sokaklarına sahipti. Yerli halkın söylediği gibi, kusana kadar satın al. Tabii kahve çekirdekleriyle dolu kahverengi-beyaz çizgileri olan çuvallar da vardı.

      “Qahwa?” diye sordum.

      Dükkân sahibi kuşkuyla baktı.

      “Qahwa?” Arapça kelimeyi tekrarladım. “Qahwa al-bon?” Eliyle torbaları işaret etti. “Hayır, hayır.” İçiyormuş gibi yaptım. “İçmek için.”

      “İçmek? Kahve mi içmek istiyorsun?” dedi İngilizce; sonra da sokağın diğer tarafında kahve içen erkeklerin olduğu bir kalabalığı işaret etti. Herkes gibi onlar