oturulacak bir şey yoktu. Hatta içinde yaprak olan çuvallar dışında kulübede hiçbir şey yoktu. Burası gerçekten bir kafe miydi? Fincanlar yoktu, sandalyeler yoktu… Ayrıca katiyi nerede pişirecekti? Hatta bunların kahve yaprakları olduklarından nasıl emin olabilirdim ki?
Yaşlı kadın durdu ve şüpheli gözlerle bana baktı.
“Bunlar kati mi?” diyerek sorumu tekrarladım.
Hırıltılı bir sesle “Eeeee,” gibi bir şey söyledi.
İşte şimdi olmuştu. Oldukça dürüst görünüyordu. Kirli yere çömeldim. Peki ya katimin içine ilaç kattıysa? Kapı çaldı ve asker üniformalı bir adam içeri giriverdi. Pasaportumu görmek ve Jiga’da ne halt ettiğimi bilmek istiyordu.
Onu ikna edemeyecek kadar etkisiz bir ses tonuyla “Kahve,” dedim. “Birisi beni buraya çağırıp kahve ikram etmek istediğini söylemişti.”
Asker yaşlı kadına bir şey sordu. Kadın da yaprak dolu çuvalı salladı.
“Sen çok aptal bir beyaz adamsın,” dedi öfkeyle. “Burası yasak bölge. Çok tehlikeli! Lütfen, benimle gel.”
“Ama… Bu kadın bana bir fincan…” Asker mazeretimi duymazlıktan geliyordu. “Elbette, asker bey,” dedim isteksizce. “Öncesinde size bir fincan çay ısmarlayabilir miyim?”
“Çay mı?” diye sordu.
“Hayır, hayır. Yani kati demek istemiştim.”
“O ne?”
Açıklamaya başladım. “Olmaz. Bu bölge askeri kontrol altında. Buradan gitmelisiniz.”
Asker beni Harar’a giden bir sonraki kamyona bindirirken, arkadaşlarıyla buluşacaklarını ısrarla söyledikleri halde, birkaç İrlandalı arkadaşın iki New York polisi tarafından Doğu Harlem’den atılmalarını anımsadım.
Arkadaşlarıma en yakın metro istasyonuna kadar eşlik ettikten sonra, “Aptal olma,” demiş polislerden biri. “Burada asla arkadaşınız olmaz.”
ABERA’YA BAŞIMA GELENLERİ ANLATTIĞIMDA, “Alman Cumhurbaşkanı Jiga’ya geliyor,” dedi.
“Seni bu yüzden gönderdiler.”
Ancak iyi haberleri vardı. Kız arkadaşına aradığım şeyden bahsetmişti. Kız arkadaşının ev arkadaşı da katinin nasıl pişirildiğini biliyordu ve kati içmem için beni evine davet etmişti.
Aslında kahve yaprağından yapılan iki çeşit içecek vardır. İlki ve daha yaygın olanı kati veya kotea, kavrulmuş kahve yapraklarından yapılan bir karışımdır. Diğeri amertassadır. Birkaç gün boyunca gölgede kurumaya bırakıldıktan sonra kavrulmadan demlenen yeni toplanmış yeşil yapraklardan yapılan içeceğin eski bir türüdür. Malzemelerimizi aldığımız dükkânın sahibi olan kadın, büyükannesinin amertassa içtiğini hatırlayabiliyordu. Şimdilerde ise içen neredeyse kalmamıştı. Yine de, turuncu ve yeşil renkleriyle parıldayan geniş kati yapraklarının göründüğü eski bir çuvalı vardı.
İçilen ilk kahvelerin kati ve amertassa olması muhtemel; çünkü Etiyopyalılar çok eski zamanlardan beri kahvenin çekirdeklerini yeseler de, kahvenin içilmesi çok eskilere dayanmıyor ve bulunan en eski kayıtlar da kahve içeceğinin yaprakların demlenmesiyle hazırlandığını gösteriyor. Arapçası da Kafta. Bazı bilim insanları kahvenin narkotik bir bitki olan katın yapraklarıyla demlendiğini iddia etmektedir, ancak 1400’lü yılların başında Arap sufi al-Dhabhani, Etiyopyalıların qahwa8 “kullandıklarını” bizzat görmüştü, bu da kahvenin sıvı olarak tüketildiğini gösteren bir kayıttı. Peki Etiyopyalılar ne içiyorlardı? Büyük ihtimalle, kahve yapraklarını demleyerek yaptıkları kısmen efsanevi Habeş çayını. Kavrulmamış çekirdekler ise daha sonra Güney Yemen’de, Muha9’da, Sufi mistik Şâzelî ya da müritlerinden biri tarafından eklenmişti.10
Ne olursa olsun, kati güzel bir kahve. Hazırlanışı da basit: Kurutulmuş yapraklar koyulaşana ve katrana benzer bir kıvam alana kadar düz bir tavada kavrulur. Sonra yapraklar ufalanır ve su, şeker ve bir tutam tuzla kısık ateşte demlenir. Pişme süresi yaklaşık on dakikadır. Ortaya çıkan kehribar rengi içeceğin tadı, lapsang souchong’a (Çinlilerin tütsülenmiş çayına) kıyasla hafif karamelli ve is kokuludur; ancak jelatinimsi kıvamı ve hem tatlı hem tuzlu olmasıyla daha karmaşık bir yapıdadır.
Kati, bilhassa Abera’nın çiğnememiz için aldığı kat yapraklarıyla güzel bir uyum oluşturmuştu. Kat, kahvenin şeytani kız kardeşidir ve Güney Arabistan’la Doğu Afrika’da müptelası çoktur (Batı’da da yakın zamanda sevilmeye başlamıştır). Bu iki maddenin tarihi öylesine iç içedir ki kahve içenlerin koruyucu evliyası Muhalı Şâzelî’nin bir lakabı da “İki Bitkinin de Atası” şeklindedir; kat ve kahve. Katın çiğ yaprakları çiğnenir ve özü çıkana kadar posası ağızda bekletilir. Bunu ilk kez yıllar önce Kenya’da denemiştim ve pek hoşuma gitmemişti; ancak Abera’nın o gün getirdiği şey enfesti, düşük kalite bir ekstaziye benziyordu. Ne var ki, ekstazi fiziksel ve duygusal bir sarhoşluğa sebep olurken, kaliteli kat (ki Harar’da en iyilerinin yetiştiği söylenir), çiğneyen kişiyi transa girmiş gibi hissettirerek, kurulan diyalogları büyüleyici bir duyusal deneyim gibi algılamasına sebep olur ve daha zinde hissettirir.11
Günün geri kalanını Abera’nın geleneksel Harar evinde uzanarak geçirdik. Arkadaşlar ziyarete geldi. Daha fazla kat çiğnendi, daha fazla kati demlendi. En önemli şeyin kendini ifade etme ve birbirini anlama olduğu samimi, fakat boşa geçen öğleden sonramızdan aklımda kalan tek şey katın dumanıydı. Hava çok sıcaktı fakat Abera’nın toprak evi serindi ve minderler sayesinde rahatımız yerindeydi. Abera’nın, saç kesiminden dolayı büyük bir hayranlık beslediğini itiraf ettiği Rod Stewart’tan bahsettik. Daha sonra, “Süleyman Vakti” adlı daha ciddi bir kat oturumu sırasında konu büyücülüğe geldi. Müslümanların insanları lanetlemek için kahveyi kullanmış olduklarını iddia eden Etiyopyalı Hıristiyan diyakozdan bahsettim. Abera daha önce böyle bir şey duymamıştı. Ancak Harar’da bazılarının kahveyi mucizevi bir şifa aracı olarak kullandıklarını söyledi.12
“İnsanlar bu kişiler tarafından iyileştirilmek için çok uzaklardan Harar’a geliyor,” dedi.
“Hiç yapılırken gördün mü?” diye sordum.
“Bir kez.” Başını iki yana salladı. “Bu insanların yaptıklarını onaylamıyorum.”
“Neden ki?” diye sordum. “Yoksa Zar’ı mı gördün?”
“Sen Zar’ı biliyor musun?”
“Addis’teki rahip bahsetmişti. Bir şeytan, değil mi?”
“Hayır, tam olarak değil. Şeyhe görünen bir şey.” Bir Birleşmiş Milletler ajansı için çalışan fakat hiç İngilizce bilmeyen arkadaşına bir soru sordu. “Evet, arkadaşım da Zar’ın şeyhe göründüğünü söylüyor. O tüm bu insanları tanır.”
Meşhur bir şeyh, Etiyopya’nın kutsal Wolla Gölü’nde dört yıllık özel eğitimini tamamladıktan sonra Harar’a daha yeni dönmüştü. Her salı ve Perşembe, Harar’da seanslar düzenliyordu. O gün de bir seans olacaktı.
“Arkadaşın bu kutsal adamları tanıyor mu?” diye sordum.
“Evet. Bazılarını.”
Tereddüt