kkında
11 Mayıs 1865’te Bibury, Gloucestershire’da doğan ancak Yorkshire’da büyüyen Charles John Cutcliffe Wright Hyne, hem lisans hem de yüksek lisans derecesi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne girdi.
Mary Elizabeth Haggas’la evlenen Cutcliffe’in bu evlilikten bir kız bir erkek iki çocuğu oldu. Oğlu Charles Godfrey Haggas Cutcliffe Hyne, 18 yaşında Sommes Savaşı’nda yaralandı ve hayatını kaybetti. Kızı Nancy Mildred Cutcliffe Hyne’sa 97 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Bugün en çok Kayıp Kıta eseriyle bilinen yazar, bir zamanlar gösterişli bir Deniz Piyadesi olan Kaptan Kettle’ın hayali hikayeleriyle de son derece popülerdi. Kaptan Kettle ilk olarak “Honor of Thieves” romanında bir yan karakter olarak göründü. Ana karakter olarak ilk görünüşü, Pearson Dergisi’nde Başkanı Kaçırmak adlı kısa öyküsünde oldu. Bu ilk kısa öyküyü 1897’de, daha sonra toplanan ve “Kaptan Kettle’ın Maceraları” adıyla yayınlanan bir dizi on iki kısa öykü yine Pearson Dergisi’nde izledi. Sonraki dört yıl boyunca on iki hikâyeden oluşan iki set daha hazırlanıp Over Adventures of Captain Kettle ve Captain Kettle KCB adlarıyla yayımlandı.
Bunların yanı sıra Cutcliffe Hyne, yaklaşık elli roman ve çok sayıda kısa öykü kitabıyla, seyahatnameler, siyasi yorumlar ve bir otobiyografi yazdı. Hyne, 10 Mart 1944’te yetmiş sekiz yaşında öldü.
C.J. Cutcliffe Hyne, 1890’lardan 1930’lara kadar üretken ve popüler bir yazardı. Neredeyse tüm çalışmaları zamanla unutuldu. Ne var ki birçok dilde yeniden basılan ve kayıp medeniyet Atlantis efsanesinin klasik romanı olarak kabul edilen Kayıp Kıta, güçlü ve özgün diliyle okuyucuları halen kendine çekmeye devam ediyor.
Giriş
DEUKALION 'UN1 MIRASÇILARI
Bütün gece açık havada uyumanın sonucunda ikimizin de sırtı bir hayli tutulmuştu, çünkü Büyük Kanarya adasında bile gece çiyinin ve karanlığın getirdiği görece soğuğun hafife alınmaması gerekirdi. Kendi adıma ben, bu gibi durumlarda sabahları canlanmak için biraz koşmayı severim. Ancak burada, adanın ortasındaki bu sert zeminde koşmak için düzgün üç metrelik bir yer bile yoktu ve bu yüzden Coppinger, dambıl olarak kullandığı bir çift pütürlü, büyük lav kayasıyla bir tür halter çalışması yapmaya devam ederken ben de onu örnek aldım. Coppinger, zamanında oldukça sıkıntılı günler geçirse de başka bazı uğraşların -ortalama her iki yılda bir, bir çeşit yeni bir derece almayı başardığı uğraşlar-yanı sıra doktor olarak, sağlık teorileri konusunda çok bilgili olup onları kutsal bir görev gibi uygulardı.
İki gün önce yağmur yağmıştı ve lavların oluşturduğu derin yarığın dibinde hâlâ hafifçe akan küçük bir dere olduğundan, oraya inerek elimizi yüzümüzü yıkadık ve dişlerimizi fırçaladık. Bu tür bir keşif gezisinde bir diş fırçası hayal edilebilecek en büyük lükstü.
“Şimdi,” dedi Coppinger, ceplerimizi boşaltırken, “geriye çok değerli kırıntılar kaldı ve bunları yerel bir İspanyol gazete kâğıdının içinde taşıdığımız için durumları hiç de iyi sayılmaz.”
“Seninkiler daha çok sigara külü gibi.”
“Eğer sonraya bırakırsak daha da kötüleşecekler. Önümüzde çok daha zorlu bir yürüyüş var.”
Yemezsek kötüleşecekleri çok açıktı. Bu yüzden derin yarığın dibindeki derenin yanına oturduk ve geri kalan ne varsa yedik. Gemimizin demir attığı Santa Brigida’da tuzaklarımızı kurmuş olduğumuz yere on altı kilometrelik yolumuz vardı ve Coppinger bu özel mağara grubunu terk etmeden önce daha fazla fotoğraf çekmek ve ölçüm yapmak istediğinden, bir sonraki yemeğimizi yemeye ve REİS’in nefis köy şarabını tekrar tatmaya fena halde hazır olacaktık. İki gözüm kör olsun! Eğer Las Palmas’taki İngiliz otelleri, buradaki bazı dağ köylerinden ne kadar muhteşem şaraplar alabileceklerini -diplomasi yoluyla- bilselerdi, eski bağbozumu bir hafta içinde tarihe karışırdı.
Doğrusunu söylemek gerekirse onun bulduğu iki mumya, benim küçük tutkumu çoktan tatmin etmişti. Mumyaların sarılı olduğu keçi derileri, kâğıt gibi kuruyup gevremişlerdi ve zavallı derilerin kendileri bile dokunulduğu zaman bir kurt mantarı gibi etrafa toz saçıyorlardı. Fakat Coppinger’ın nasıl biri olduğunu tahmin edersiniz. O, burada eski bir Guanche2 üniversitesinin veya kutsal bir akademinin ya da adanın diğer tarafında olduğu gibi bunlara benzer bir yerin izlerine rastladığını düşünüyordu ve kayalığın yüzündeki tüm mağaraların her birini didik didik arayana kadar tatmin olmazdı. Işık vermesi için elinde bir sürü nesne ve Kodak kamerasında yirmi sekiz filmi daha vardı, artık işi bitirebileceğimizi ve sonra dönüş yolculuğuna başlayabileceğimizi söyledi. Böylece levyeyi aldı, ben de ipi omuzladım ve önceki gün güneşten piştiğimiz kayalığın üstüne çıktık.
Elbette bu mağaralara ulaşmak o kadar kolay değildi, yoksa yıllar önce yağmalanırlardı. Prensip olarak bütün bunları bildiğini ileri süren Coppinger, eski Guanche’ler zamanında onların keçi derisinden yapılma ip merdiven kullandıklarını, evdeyken merdiveni yukarı çekerek istenmeyen ziyaretçileri uzak tuttuklarını söylemişti ve benim de başka bir fikrim olmadığından muhtemelen bu konuda haklıydı. Her neyse, mağaraların ağızları uçurumun tepesinden dokuz metre kadar aşağıda, hemen hemen aynı hizada ve alttan da on beş metre kadar yüksekteydi. Şahsen bir İspanyol olarak yürünemeyen bir yere gitmeye pek de meraklı değildim.
Aslında bu tür mağaralara aşağıdan ip merdivenle tırmanmak oldukça külfetli olabilirdi; ama düğümlü, hafif bir ip kolayca taşınabiliyordu ve bunlarla tırmanmak zor olsa da bizim planımız her mağaranın ağzına yukarıdan sarkarak inmek, sonra aşağı kayarak uçurumun altına ulaşmak ve bir sonraki mağara için bu uğraşa tekrar baştan başlamaktı.
Coppinger yeterince cesurdu ve yükseklikte iyi çalışan bir kafası vardı; ama iriyarı oluşunu ve kırk beşten çok elli yaşına yakın olduğu gerçeğini göz ardı etmek mümkün değildi. Onun ne kadar meraklı biri olduğunu anlamış olmalısınız. Elbette her seferinde ben önden gidiyor, mağaranın ağzından içeri giriyor ve ona yardım etmek için elimden geleni yapıyordum ama dik bir uçurumun yüzeyinden aşağıya sadece ayakkabı bağı kalınlığında bir ipin desteğiyle havadan uçarcasına inmek zorunda kaldığınız zaman, aşağıdaki adamın yukarıdakine şans dilemek dışında yapabileceği başka bir şey kalmıyordu.
Onu elimden geldiğince zahmetten kurtarmak istedim, tırmandığım ilk üç mağara küçük ve boştu, sadece depolama amaçlı kullanılan oyuklar gibi görünüyorlardı, o yüzden onları öyle kabul etmesini ve çabasını kalan diğer mağaralara saklamasını istedim. Ancak o, aşağı kayarak her bir mağaraya şahsen girmek konusunda ısrar etti ve benim tahıl ambarı olarak tahmin ettiğim mağaralardan birinin hapishane, diğerinin çömlek yapım atölyesi ve bir diğerinin de genç rahipler için bir derslik olarak kullanıldığı sonucuna varınca, doğal olarak benim hükümlerime fazla güvenemediğini ve bütün mağaraları kendisinin gözden geçirmesi gerektiğini söyledi. Böyle titiz arkeologların nasıl olduğunu tahmin edersiniz.
Fakat gün ilerleyip güneş yükseldikçe Coppinger, bu işten usandığını açıkça belli etmeye başladı. Bununla birlikte çok istekli olduğundan güvenlik sınırını zorlayarak araştırmaya bir süre daha devam etmekte ısrar etti. Bundan hoşlanmadığımı söylemeliyim. Sizin anlayacağınız, kayalığın tepesinden aşağıya iniş yirmi beş metreden az değildi. Fakat sonunda vazgeçmek zorunda kaldı. Ona hemen Santa Brigida’ya gitmeyi öönersem de buna yanaşmadı. İncelenecek üç mağara daha vardı ve eğer onun için bu mağaralara girmezsem kendisi onlara ulaşmak için tekrar çabalamak zorunda kalacaktı. Bu şekilde sadece benim tecrübesiz gözlemlerime dayanan bir raporlama teklif ederek bana çok büyük bir iyilik yaptığını anlatmaya çalıştı; ama ben konuya o açıdan bakmayı reddettim. Ayrıca oldukça yorgundum; sıcaktan sırılsıklam terlemiştim, güneşin şiddetinden başım ağrıyordu ve ip ellerimi kesmişti.
Coppinger yorgun olsa da hâlâ işe devam etmeye hevesliydi. Beni de heveslendirmeye çalışıyordu. “Bak,” dedi, “yukarıda ne bulacağımızı bilmiyoruz ve eğer sen herhangi bir şey bulursan onun sana ait olacağını unutma. Ben hiçbir şekilde bir hak iddia etmeyeceğim.”
“Çok