Joseph Jacobs

Kelt masalları


Скачать книгу

pazarda ağırlığınca altın veriyorlar.”

      Hudden, Dudden’ı dürttü; Dudden da Hudden’a göz kırptı.

      “Öyleyse iyi akşamlar Donald O’Neary.”

      “İyi akşamlar güzel dostlarım.”

      Ertesi gün Hudden ile Dudden’a ait tek bir inek ya da buzağı kalmamıştı. Postları, Dudden’ın en güçlü atları tarafından çekilen Hudden’ın en büyük at arabasına konup panayıra götürüldü.

      Panayıra vardıklarında ikisi de kollarına birer post aldı, panayırı gezerken bir yandan da avaz avaz “Satılık postlar! Satılık postlar!” diye bağırıyorlardı.

      Bir tabakçı çıkageldi:

      “Postlar ne kadar dostlar?” diye sordu.

      “Ağırlığınca altın istiyoruz.”

      “Günün bu saati sarhoş olmak için çok erken değil mi?” diye sorup avlusuna geri döndü tabakçı.

      “Satılık postlar! Yeni ve kaliteli postlar!”

      Bir ayakkabıcı çıkageldi:

      “Dostlarım, postlar için ne istiyorsunuz?”

      “Ağırlığınca altın.”

      Ayakkabıcı “Benimle kafa mı buluyorsunuz! Alın bakalım öyleyse,” deyip Hudden’ı sarsacak bir şekilde yumruk attı.

      Panayırın diğer ucundan insanlar koşa koşa geldiler. “Ne oldu? Sorun ne?” diye bağırdılar.

      “İki tane serseri postlar için ağırlıklarınca altın istiyor,” dedi ayakkabıcı.

      “Çabuk yakalayın, çabuk yakalayın!” diye haykırdı hancı, en son o gelmişti, çok kiloluydu. “Bahse girerim bunlardan biri dün bana o perişan postu otuz altına kakalayan düzenbazdır.”

      Hudden ve Dudden, para ümitleriyle gittikleri panayırdan tekmelerle uğurlandı. Eve dönerken yavaş koşmak gibi bir seçenekleri de yoktu çünkü kasabanın tüm köpekleri peşlerindeydi.

      Hal böyle olunca, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, Donald’dan daha fazla nefret etmeye başladılar.

      Yamulmuş şapkaları, yırtılmış ceketleri ve morarmış yüzleriyle hızla geçtiklerini görünce “Ne oldu dostlarım?” diye sordu Donald. “Kavgaya mı karıştınız? Yoksa kolluk kuvvetleriyle mi karşılaştınız?”

      “Sana kolluk kuvvetini göstereceğiz berduş herif. Bize yalan söyleyip kandırarak kendini çok zeki sanıyorsun değil mi?”

      “Kim yalan söylemiş? Altınları siz de gördünüz.”

      Gelgelelim konuşmanın yararı yoktu. Donald, yaptığının bedelini ödemeliydi. Yanlarında bir un çuvalı vardı, Hudden ve Dudden, Donald O’Neary’yi bu çuvalın içine koyup sıkıca bağladılar. Düğüm yerinden de bir sopa geçirdiler ve Kahverengi Bataklık Gölü’ne doğru yola çıktılar. Sopanın uçları omuzlarındaydı, aralarında da Donald O’Neary vardı.

      Fakat Kahverengi Göl çok uzaktı, yol ise zorluydu. Hudden ve Dudden aşırı bitap düşmüşlerdi, üstelik susuzluktan kavruluyorlardı. Yol kenarında bir han gördüler.

      “Gel şuraya girelim,” dedi Hudden, “Bittim tükendim. Az yese de çok ağır bu.”

      Eğer Hudden bir şey isterse Dudden da isterdi. Donald’a gelince, kimsenin ona ne istediğini sormadığından emin olabilirsiniz, onu bir patates çuvalıymışcasına hanın kapısının önüne attılar.

      “Uslu dur, berduş herif,” dedi Dudden, “Eğer beklemek bizim için sorun değilse senin için hiç değil.”

      Donald sakin kaldı, ancak bir süre sonra bardak tıkırtılarını duydu. Hudden da yüksek sesle şarkı söylüyordu.

      “Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi Donald. Ancak kimse ne söylediğine kulak asmadı.

      “Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi tekrardan, ancak bu kez daha yüksek sesle. Yine kimse ne söylediğine kulak asmadı.

      “Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi yine, bu kez bağırabildiği kadar bağırdı.

      “Tamam da kimle evlenmeyeceksin, eğer sormamda bir sakınca yoksa,” diye sordu, biraz önce bir sürekle gelip bir bardak içki içen bir çiftçi.

      “Kralın kızı. Onunla evlenmem için beni zorluyorlar.”

      “Sen çok şanslı bir adamsın. Senin yerinde olmak için neler yapmazdım.”

      “Öyle mi! Gerçi altın ve mücevherleri olan bir prensesle evlenmek gerçekten senin gibi bir çiftçi için güzel olurdu.”

      “Mücevherler mi dedin sen? Beni de götüremez misin?”

      “Peki, sen dürüst bir adamsın. Her ne kadar gün ışığı kadar güzel olsa da ya da tepeden tırnağa mücevherlerle kaplı olsa da ben kralın kızını umursamıyorum, onunla sen evlenmelisin. Şu bağı çözüp beni buradan çıkar, evlilikten kaçmamam için beni çok sıkı bağladılar.”

      Donald dışarı doğru emekledi, çuvalın içine çiftçi girdi.

      “Şimdi öylece dur, sallantıyı da dert etme, sarayın merdivenlerinden çıkarken biraz sallamaları normal. Ha bir de kralın kızıyla evlenmeyi kabul etmediğin için sana berduş falan diyebilirler, onu da dert etmene gerek yok. İşte! Bu tekliften senin için vazgeçiyorum, tabii ki prensesi umursamadığımdan dolayı.”

      “Karşılığında sığırlarımı alabilirsin,” dedi çiftçi, çok geçmeden Donald sığırları önüne katıp eve doğru yol almaya başladı.

      Hudden ve Dudden, handan çıktılar. Sopanın bir ucunu biri, diğer ucunu da diğeri omuzladı.

      “Daha da ağırlaşmış sanki,” dedi Hudden.

      “Boş ver, nasıl olsa Kahverengi Göl’e çok kalmadı,” dedi Dudden.

      “Evleneceğim! Onunla evleneceğim!” diye bağırdı çiftçi, çuvalın içinden.

      “Tabii evlenirsin,” dedi Hudden, elindeki sopasını çuvala batırdı.

      “Evleneceğim! Onunla evleneceğim gerçekten!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı çiftçi.

      “İşte geldik,” dedi Dudden; Kahverengi Göl’e varmışlardı, çuvalı omuzlarından indirip göle doğru pat diye bıraktılar.

      “Artık bize oyun oynayamayacaksın,” dedi Hudden.

      “Aynen öyle,” dedi Dudden. “Ah Donald, dostum, o tartıyı hiç ödünç almamalıydın.”

      Endişesiz ve kaygısız bir şekilde geri döndüler. Ancak evlerine yaklaştıklarında gördükleri kişi Donald O’Neary’nin ta kendisiydi; etrafı ise otlayan inekler, topuklarını ve kafalarını birbirine tokuşturan buzağılar ile doluydu.

      “Donald, sen misin?” diye sordu Dudden. “Nasıl olur! Bir de bizden önce gelmişsin.”

      “Çok haklısın Dudden, size teşekkür etmeme izin verin; niyetiniz kötü de olsa sonuçları benim için iyi oldu. Kahverengi Göl’ün dilekleri gerçekleştirdiğini siz de duymuşsunuzdur. Hep yalan söylüyor gibi duruyorum, ancak bu doğru. Şu sığırlara bir bakın.”

      Hudden şöyle bir baktı, Dudden’ın da ağzı açık kaldı; gözlerini sığırlardan alamıyorlardı. Bu sığırlar iyi besili şişman sığırlardı.

      “Bunlar en kötüleriydi,”