neler olduğunu tahmin ederek Bozayı’yı aramaya koyuldu ve öğrendiklerini ona anlattı.
Bozayı, annesi hakkında kötü şeyler düşünmek istemediği için ona hiçbir şey sormadı. Üzgün bir halde çadırının kapısı önünde bir aşağı bir yukarı volta atıp durdu. Sonra yas tuttuğunu göstermek için biraz siyah boya alıp yüzüne ve vücuduna sürdü. Ardından uzun mızrağını ters çevirerek toprağa sapladı. Sonra şimşeklerin çakıp göklerin gürlemesi, yağmur yağması için dua etti. Böylece karısının bedeni gölden çıkıp yükselebilirdi.
Her gün oraya gitti ama gökyüzünün aralıksız gürlemesine, yıldırımların çadırın yakınındaki koca meşe ağacını baştan aşağı yarmış olmasına rağmen sevgili karısı Kar Kuşu’ndan eser yoktu. Bazen yağmur altında, bazen ise gün ışığında, geceleri beyaz ay gölü aydınlattığında nöbet tutmaya devam etti ama hiçbir şey göremedi.
Bu sırada yetim çocuk, Güvercin’e bakmaktaydı. En leziz, en tatlı et parçalarını emmesine izin veriyor, bol bol süt getirip içiriyordu. Güneşli günlerde bebeği göl kenarına götürüp suya çakıl taşları atarak eğlendiriyordu. Küçük Güvercin kahkahalar atarak minik ellerini uzatıyor, sonra bir taş alıp suya atmaya çalışıyordu. Gerçi taş her seferinde ayaklarının dibine düşüyordu ama çocuk yine de mutlu oluyordu.
Bir gün böyle oyunlar oynadıkları sırada gölün tam ortasından beyaz bir martının süzülerek göl kıyısına, yanlarına doğru uçtuğunu gördüler. Martı, çocukların başları üzerinde daire çizerek uçmaktaydı, sonra iyice yaklaştı. Öyle ki küçük Güvercin neredeyse kuşun büyük, beyaz kanatlarına dokunabilecekti. Sonra birdenbire martı bir kadına dönüştü: Bu, Kar Kuşu yani küçük Güvercin’in annesiydi!
Bebek, sevinçle haykırdı ve annesinin beline taktığı biri deriden, diğeri beyaz metalden iki kemeri yakaladı. Kadın konuşamıyordu ama bebeğini kollarına aldı, okşayıp emzirdi. Sonra diğer çocuğa işaretlerle bir şeyler anlatmaya çalıştı. Çocuk, bebeği her gün oraya getirmesi gerektiğini anladı.
Bozayı o gece eve geldiğinde çocuk bütün olanları bir bir anlattı.
Ertesi gün, bebek karnı acıktığı için ağlayınca çocuk onu göl kenarına götürdü. Bozayı da arkalarından gitti ve çalılıklara saklandı. Çocuk yine aynı yere, suyun kenarına oturdu ve düz, yuvarlak bir çakıl taşı seçerek yavaşça kolunu kaldırdı ve dikkatlice nişan alarak göle fırlattı.
Çok geçmeden, uzun ve parlak kemeriyle martı sudan çıktı. Kenara gelip çocukların başı üzerinde biraz uçtu. Tıpkı önceki gün yaptığı gibi bir kadına dönüşerek bebeğini kollarına aldı.
Kar Kuşu bebeğini emzirirken, kocası ortaya çıktı. Yüzü ve bedenindeki siyah boya hâlâ duruyordu, mızrağı da elindeydi.
“Neden eve dönmedin?” diye haykırarak karısına sarılmak için ileri atıldı.
Kar Kuşu konuşamıyordu ve üzerindeki kemeri gösterdi.
Bozayı, dikkatlice mızrağını kaldırıp kemere sert bir darbe indirdi. Böylece bağlar paramparça olup kuma gömüldü. Kemerlerin bu halini gören biri, onları büyük bir deniz kabuğunun ufalanmış parçaları sanırdı.
Bunun üzerine Kar Kuşu’nun dili çözüldü; göle nasıl düştüğünü, bir su kaplanının onu yakalayarak kuyruğunu beline dolayıp suyun dibine nasıl çektiğini anlattı.
Orada üzerine güneş vurunca duvarları mavi alakarga sırtı gibi parlayan, taze mısır yaprakları gibi yeşil, Cariblerin2 yaşadığı adanın parlak kumları gibi altın sarısı ve zemini ise kar gibi bembeyaz büyük bir konak vardı. Burası, Su Kaplanlarının Şefi’nin eviydi. Anneleri, Boynuzlu Yılan da onlarla beraber yaşıyordu.
Yılan, uzak kamp ateşleri gibi ışıldayan bakır tokmaklı, bembeyaz ve kocaman bir deniz kabuğunun üzerinde uzanmaktaydı. Fakat alnında yanıp sönmekte olan kızıl taşın yanında bu, hiçbir şeydi. Vücudu, tıpkı bir insanın göz kapakları gibi kalın bir deriyle kaplıydı. Uyuyacağı zaman derisini aşağı çekiyordu. Boynuzları müthişti, çünkü sihirliydi. Boynuzlarını büyük bir kayaya dokundurunca kaya un ufak oluyor ve bu sayede Yılan, dilediği her yerde kendine yol açabiliyordu.
Su Kaplanı’nın ülkesinde ormanlar vardı. Söğüde benzeyen yapraklı ağaçlar vardı ama bir söğüdün yapraklarına göre bu ağaçların yaprakları daha uzun, daha detaylı ve daha genişti elbette. Ayrıca koyu yeşil renkli yumuşacık çimler vardı.
Karanlık çöküp güneş konağın üzerinden çekilince ve duvarlardaki renkler kaybolunca, ateş böcekleri beliriyordu; yeşil, mavi, kırmızı ve turuncu renklerde ateş böcekleri. Bunlar, Su Kaplanı’nın çadırının hemen dışındaki çalılıklara konuyordu. İçlerinde en güzel olanları içeri geçip Yılan’ın tahtı etrafında uçuşuyor, gündüz nöbetçileri olan mor salyangozlar uyuduğu sırada, Yılan’ın başında nöbet tutuyorlardı.
Kar Kuşu bütün bunları görünce ürperdi ve Boynuzlu Yılan’ın huzuruna çıktığında bayılıp yere yığıldı. Fakat Su Kaplanı onu yatıştırdı, çünkü Kar Kuşu’nu seviyor ve karısı olmasını istiyordu. Nihayet Kar Kuşu, ara sıra göl kenarına gidip çocuğunu görmesine izin verilmesi şartıyla Su Kaplanı’nın teklifine razı oldu.
Su Kaplanı, annesine danıştı. Annesi, ona bir deniz martısı vermeyi kabul etti. Martı, Kar Kuşu’nu iyice saracak ve göl kenarına götürecekti. Fakat eski yuvasının yakınına gidince onu terk etmesin diye Su Kaplanı, martıya kuyruğunu kadına sıkıca dolamasını emretti. Kuş, nazik cildi beyaz metalin iplerinden incinmesin diye kadının beline deri bir kemer bağladı.
İşte böylece Kar Kuşu, Su Kaplanı’yla birlikte yaşamaya başladı. Evi çekip çevirdi, küçük su kaplanları için kuzgun derisi ve kuru balık pullarından mokasenler yaptı. Sevgili kocası Bozayı ve bebeği Küçük Güvercin’den uzaktayken ne kadar mutlu olabilecekse o kadar mutluydu.
Bozayı’nın ihtiyar annesi, çadırın kapısında onları görünce yerinden fırlayıp evden çıktı ve bir daha da hiç ortalıkta görünmedi.
Coyote, Namı Diğer Kır Kurdu
Başlangıçta Cahroclar3 yavşan otlarının ötesinde ve Rocky Dağları’ndan4 çok uzakta, güneşin battığı yerdeki Klamath Nehri kıyılarında yaşarken, onlara pek çok yetenek bahşedilmişti. Ulu ormanları ve heybetli geyikleri vardı. Ayılar vahşiydi, fakat leziz etleri cana can katardı. Cahroclar bu etle beslenerek güçlenmişlerdi. Ama asıl özlemini çektikleri şey ateşti. Akşamları o güzel kızıllık gökte belirince ona bakar durur, göklerdeki alev demetlerinden bir kıvılcım yakalayabilmeyi dilerlerdi.
O zamanlar dünyadaki bütün ateş, nehrin ağzında yaşamakta olan iki yaşlı cadının elindeydi. Gözlerini kırpmadan ateşin başında nöbet tutuyorlardı. Ayrıca parlak alabalıkları uzakta tutan su bendinin anahtarı da bunlardaydı.
Cahroclar bu iki ihtiyar kadından nefret ediyor, onları kandırmanın bir yolunu arıyorlardı. Böylelikle alabalığı serbest bırakabilirlerdi. Ama hepsinden daha çok istedikleri şey, paha biçilmez olan ateşti. Ayı kürkünden paltolarının altında uzanıp tir tir titriyorlardı, çünkü ülkelerinde kışlar uzun ve soğuk geçerdi. Üstelik kuzey rüzgârı yüzlerine vurur, buzdan mızrakları ve kardan oklarıyla herkesi perişan ederdi.
Ateşi çalmayı defalarca