olan bir kadındı ve Nonomiya bunu bildiği için eve dönmemişti. Sırf Sanşiro’yu rahatlatmak için telgraf göndermişti. “Kız kardeşim iyi,” demesi de yalandı. Bu gece kadının çiğnenip öldüğü saatlerde, Nonomiya’nın kardeşi de ölmüştü. Üstelik o kız kardeş, Sanşiro’nun gölet kıyısında gördüğü kızdı.
Sanşiro, ertesi sabah hayatında hiç uyanmadığı kadar erken bir saatte uyandı.
Rahatsızca uyuduğu yere bakarak bir sigara içti, geceki olaylar ona rüya gibi geliyordu. Verandaya çıkıp çatının kenarından göğe baktı, bugün hava iyi olacağa benziyordu. Gök, şafağın yeni söktüğünü gösterir renkteydi. Kahvaltısını bitirip çayını içti, verandaya bir sandalye çıkarıp gazetesini okumaya başladığında Nonomiya, söz verdiği üzere, çıkageldi.
“Dün buralarda birini tren ezmiş,” dedi. İstasyonda bir şeyler duymuştu anlaşılan. Sanşiro, yaşadığı deneyimi hiçbir detayı atlamadan anlattı.
“Nadir bir vaka. İnsanın başına pek gelmez böyle şeyler. Keşke ben de evde olsaymışım. Artık cesedi kaldırmışlardır herhalde. Gitsem de göremem.”
Sanşiro, “Tabii ki göremezsiniz,” diye karşılık verdi, ama Nonomiya’nın aldırmazlığına şaşmıştı. Sanşiro, bu duygusuzluğun geceyle gündüz arasındaki farktan öte geldiğine hükmetti. Işık basıncını ölçen bir adamın huyunun, bu tür durumlarda tavrına aynen yansıyacağı hiç aklına gelmedi. Herhalde gençliği yüzünden.
Sanşiro, mevzuyu değiştirip hastanın durumunu sordu. Nonomiya’nın verdiği cevaba göre, önceden tahmin ettiği gibi, hastada hiçbir değişiklik yoktu. Sadece beş altı gündür onu görmeye gitmediği için, kardeşi ihmal edildiğini düşünmüş ve can sıkıntısından kurtulmak için abisine olta atmaya karar vermişti. “Günlerden pazar olduğu halde gelmemesi çok zalimce,” diye düşünüp öfkelenmişti. Nonomiya, “Benim kız kardeşim salaktır,” dedi. Galiba kardeşini sahiden salak buluyordu. “Ben bu kadar meşgulken zamanımı boşa harcaması aptallık,” diye düşünüyordu. Ama Sanşiro, adamın kız kardeşine neden “salak” dediğini anlamadı. Kız kardeşi ağabeyini telgraf gönderecek kadar özlemişse, bir iki pazar gecesini onunla geçirmek neden kötü olsundu ki? Böyle bir kardeşle beraber geçirilen zaman, gerçekten yaşamaya ayrılmış zamandı; o zamana kıyasla, bir bodrumda ışık deneyleri yaparak geçirilen günler boşa harcanmış sayılırdı. Sanşiro, Nonomiya’nın yerinde olsaydı, çalışmalarını kız kardeşi için aksatmayı dert etmez, hatta bundan mutlu olurdu. Duyguları halen dünkü intiharın etkisi altında olsa da, o esnada trenin ezdiği kadın aklından çıkmıştı.
Nonomiya, “Dün gece pek dinlenemedim ama uykusuzluğun beni etkilemesine izin vermemeliyim,” dedi. “Neyse ki bugün, öğleden sonra Vaseda’daki okula gittiğim gün, üniversitedeki boş günüm. Okula gidene kadar uyuyayım bari,” diyordu. Sanşiro, “Epey geç saate kadar ayakta mı kaldınız?” diye sorunca, “Aslında bakarsan, eskiden öğretmenim olan Hirota adlı kişi, kız kardeşimi ziyarete gelmişti, ona rastladım. Üçümüz sohbete daldık ve o arada son tramvayın saatini kaçırdım, mecburen geceyi hastanede geçirdim. Aslında Hirota’nın evinde kalmam daha uygun olurdu ama kız kardeşim, yine mızmızlık edip ille de hastanede kal diye inatlaştı; çaresiz daracık bir yerde yattım ama o kadar konforsuzdu ki, uyuyamadım. Kardeşimin ahmaklıkları işte,” diye yine kız kardeşine saldırdı. Sanşiro eğlenmişti. Kızın avukatlığını yapmaya niyetlendi, ama söze nereden gireceğini bilemedi ve vazgeçti.
Onun yerine, Hirota hakkında sorular sordu. Sanşiro, bugüne kadar Bay Hirota’nın ismini üç dört defa duymuştu. Ve “Beyaz Şeftali” hocaya, Aokido’da gördüğü hocaya, içinden Hirota’nın ismini yakıştırmıştı. Sonrasında, kampüs kapısının orada yaramaz atın azizliğine uğrayıp Kitadoko denen dükkânın çalışanlarınca gülünen adamı da, Hirota Hoca olarak düşünmüştü. Şimdi Nonomiya’nın anlattıklarını dinlerken, o at vakasındaki hocanın sahiden Hirota olduğunu keşfetti. Bu yüzden, beyaz şeftali yiyen adamın da kesinlikle aynı hoca olduğuna karar verdi. Düşünürseniz, bunun biraz zorlama bir teori olduğunu anlarsınız.
Ayrılacağı sırada, “Hazır gitmişken, öğleye kadar şunu da hastaneye bırakır mısın?” diye eline ince bir kimono tutuşturuldu. Sanşiro çok mutlu olmuştu.
Sanşiro o gün, dört köşeli yeni bir şapka takıyordu. Bu şapkayı takarak hastaneye gidebileceği için kendini biraz özel hissetti. Aydınlık bir yüzle Nonomiya’nın evinden çıktı.
Oçanomizu’da tramvaydan inip, hemen bir çekçek arabasına bindi. Bu, normalde Sanşiro’dan hiç beklenmeyecek bir hareketti. Güle oynaya Kızıl Kapı’ya yaklaştığı sırada, hukuk ve edebiyat fakültesinin zili çaldı. Başka zaman olsa, Sanşiro şimdi elinde defterle ve mürekkep hokkasıyla sekizinci sınıfa giriyor olurdu. Bir iki dersi kaçırsam bile önemli değil diye düşünerek, çekçeği dosdoğru Aoyama dahiliye kliniğinin kapısına götürdü.
“Kapıdan girince ikinci köşeden sağa dönüp koridorun sonundan sola sapınca doğu tarafında kalan oda,” tarifine göre yürüyerek hedefine vardı. Kapıya siyaha boyalı bir tabela tutturulmuştu, üzerine kana44 ile “Yoşiko Nonomiya” diye yazılmıştı. Sanşiro bu ismi gördüğü halde, bir süre kapının önünde oyalandı. Köylü olduğu için, kapıyı çalmak gibi medeni bir şeyi yapmadı.
“Bu odadaki kişi Nonomiya’nın kız kardeşi, Yoşiko diye bir kız.” Sanşiro böyle düşünerek dikildi. Kapıyı açıp onun yüzünü görmek istiyor ama aynı zamanda görüp de düş kırıklığına uğramaktan korkuyordu. Korkuyordu; çünkü kafasının içinde dolaşan kızın suratı, Bay Sohaçi Nonomiya’ya hiç mi hiç benzemiyordu.
Arkasından bir hemşirenin sandalet sesleri yaklaşıyordu. Sanşiro pat diye kapıyı yarısına kadar açtı ve içerideki kızla göz göze geldi. (Kıza bakarken, tek eli halen kapı kolunun üstündeydi.)
Gözleri iri, burnu ufak, dudakları ince, alnı tas gibi geniş, çenesi sivrice bir kızdı. Yüz hatları bundan ibaretti. Ama Sanşiro, bu yüzde o esnada beliren, bir anlık ifadeyi hayatında ilk defa görüyordu. Solgun alnından başlayan ve serbestçe dökülen simsiyah saçları omuzlarının ardında kayboluyordu. Bu saçlara, doğuya bakan pencereden içeri giren sabah güneşi arkadan aksediyor; saçlarla ışığın teması ettiği çizgi, mora çalan bir ışıltıyla parlıyordu. Sanki kızın başına nur inmiş gibiydi. Buna karşın, kızın yüzü de alnı da karanlıktaydı. Hem karanlıktı, hem de solgun. Ve bu yüzde, uzaklara dalıp gitmiş gözler vardı. Hani gökte hareketsiz bir bulut vardır. Ama kımıldamadan da duramaz ve usul usul sürüklenir. Kız Sanşiro’nun yüzüne bakarken gözlerinde işte böyle bir bakış vardı.
Sanşiro bu yüzde, hem yorgun bir melankoliyi hem hastalığın örtemediği bir enerjiyi birlikte görmüştü. Gördüğü bu birliktelik Sanşiro’ya göre, insanlığın asaletinden bir parçaydı. Sanşiro, çok önemli bir şeyi keşfettiğini hissediyordu. Eli kapı kolunu tutar vaziyette, kafasını kapı aralığından odanın içine uzattığı o anda hissettiği bu duyguya kapılıp gitmişti.
“Giriniz.”
Kız, sanki Sanşiro’nun geleceğini biliyormuş gibi konuşmuştu. Sesinde yeni tanışılan bir kadından umulmayacak sakin bir ton vardı. Böylesi bir ses, ya tertemiz bir kız çocuğundan ya da genci yaşlısıyla, pek çok erkeği tanıyan olgun bir kadından çıkabilirdi. Yılışık bir konuşma tarzı değildi. Sanki eski bir dostu selamlar gibiydi. Kız, zarif yanaklarını kımıldatarak