Martin J. S. Rudwick

Yeryüzünün tarihi


Скачать книгу

ize dair algımızı değiştiren üç büyük dönüşüm olduğunu iddia etmişti. Birinci dönüşüm gezegenimizi evrenin merkezinden uzaklaştırarak çok sayıda gezegenin arasında bir gezegene dönüştürmüş, binlerce benzeri olan sıradan bir yıldızın yörüngesine oturtmuştu. İkinci dönüşüm türümüzü, sözümona Tanrı’nın eşsiz ilgisinin ürünleri olmaktan çıkarıp sadece çıplak maymunlara indirgeyerek hayvanlar âleminin içine yerleştirmişti. Üçüncü dönüşüm ise, bilinçsiz fantezilerimizin derinliklerini açığa vurarak kendimizi rasyonel varlıklar olarak görme duyumuzu yok etmişti. Kendimizi algılamamızda yaşanan bu üç önemli değişiklik sonradan, sırasıyla Kopernik, Darwin ve bizzat Freud’la özdeşleşmişti.

      Ancak artık hayatta olmayan arkadaşım Stephen Jay Gould’un uzun zaman önce belirttiği gibi, Freud’un listesi, kesinlikle bunların arasında yer almayı hak eden ancak tek bir ünlü insanla özdeşleştirilemeyen dördüncü bir dönüşümden yoksundu. Bu dördüncü –tarihsel açıdan ikinci– büyük dönüşümün çarpıcı bir özelliği, tıpkı Kopernik devriminin uzaysal ölçeği çok büyütmüş olması gibi, yeryüzünün ve dolayısıyla evrenin zaman ölçeğini çok genişletmiş olmasıydı. Eski zamanlarda, Batılı insanların çoğu gezegenimizin, tam olarak MÖ 4004 yılında olmasa bile o civarda bir tarihte, birkaç bin yıl önce başladığına inanıyordu. Bu dönüşümden sonra yeryüzünün zaman çizelgesinin milyar değilse de, en az milyonlarca yıla uzandığını kabul etmek de aynı derecede yaygınlaştı. Jeologlar artık düzenli olarak, akıllara durgunluk veren “derin zamanlar” ile uğraşırken, çalışma arkadaşları astronomlar ve evrenbilimciler resmen akıl almayan boyutlarda kozmik “derin boşluk” (ve zaman) kavramlarıyla çalışıyor.

      Bu kadarı artık bilimsel ortamların dışında da gayet iyi biliniyor. Ancak zaman ölçeğinin uzamasının böylesine aşırı derecede vurgulanması, bu büyük dönüşümün, aslında birlikte ele alındığında çok daha önemli olan diğer iki özelliğini engellemişti. Bunlardan birincisi, insanlığın konumundaki radikal değişiklikti. Geleneksel resmin genç gezegeni aynı zamanda tamamen insani bir gezegendi. Kısa bir açılış sahnesi ya da girişten –malzemeleri sahneye yerleştirdikten– sonra, başından sonuna kadar, yani Âdem’den gelecekte yeryüzünün sonunu getirecek bir Kıyamet’e kadar, tam bir insanlık dramıydı. Oysa ilk kez eski jeologlar tarafından keşfedilen “eski gezegen” büyük ölçüde insani değildi; çünkü neredeyse tamamen insanlık öncesine dayanıyordu. Türümüz sahneye çok geç çıkmış gibi görünüyordu. Bu nedenle, yeni keşfedilen bu derin zamanın büyük bir kısmında insan yoktu.

      Bir yandan da nispeten kısa insanlık dönemi ile çok daha uzun insanlık-öncesi dönem arasındaki fark, doğayı anlamamıza yardımcı olan bu büyük dönüşümün ikinci ve daha da radikal bir sonucunun göstergesiydi. İnsansızlık döneminin peşinden insanlık döneminin gelmesi kendi başına, gezegenimize esasında tarihi bir nitelik kazandırmaya yeterliydi ve insanlık-öncesi derin zamanın bu kadar uzun olması, kendi başına, insanlık tarihi kadar olaylı ve dramatik bir tarihle dolu olduğunu göstermekteydi. Kısacası, anlaşılan doğanın da kendi tarihi vardı.

      Bu nedenle bu kitap, esas olarak derin zamanın keşfini değil, yeryüzünün derin tarihinin ve insanlığımızın bu tarihteki yerinin yeniden canlandırılmasını anlatıyor. Bu dördüncü büyük dönüşümün öyküsü, özellikle genel halk kitlesine hitap eden kitaplarda ve televizyon programlarında ihmal edilmiştir. Bunun iki farklı nedeni vardır: Birincisi bu dönüşümün yalnızca, Darwin’in güya heyecanlı evrim teorisine giriş konumuna indirgenmiş olmasıydı. Yeryüzünün derin tarihinin kabulünün, canlı organizmaların farklılığını ve özellikle kendi türümüzün kökenini tatmin edici bir şekilde açıklayabilmenin kaçınılmaz önkoşulu olduğu doğruydu. Ancak bu kitapta özetlenen öykünün, Darwin’in veya başka herhangi bir evrim teorisinden bağımsız olarak, kendine özgü bir hayatı var; çünkü bu yeryüzündeki her şeyin tarihiyle ilgili: Sadece bitkilerle hayvanların değil, kayaların ve minerallerin; dağların, volkanların ve depremlerin; kıtaların, okyanusların ve atmosferin tarihiyle… Bu nedenle, yeryüzünün kendi tarihinin olduğunu ve güvenilir hatta detaylı bir şekilde yeniden canlandırılmasının mümkün olduğunu kabul etmek, insan düşüncesinde büyük bir değişim anlamına geliyor. Bu, kendi koşullarında ve kendine özgü bir şekilde anlatılmayı hak eden bir öykü.

      Bu öykünün ihmal edilmesinin ikinci nedeni dönüşümün, bilimin dine karşı verdiği mücadeledeki zafer dolu yürüyüşte yalnızca bir bölüme indirgenmiş olması. İnsanlar yaygın bir şekilde daha önce bahsedilen ünlü MÖ 4004 tarihinin, Aydınlanma Mantığının ilerlemesine direnen Kilise’nin baskıcı gericiliğini simgelediğine inanıyordu. Ama Bilim ve Din, Kilise ve Akıl gibi etiketler (genellikle tekil olarak ve büyük harflerle) bizi kuşkulandırmalı. Gerçek tarih hiçbir zaman bu kadar soyut ya da düzgün değildir. Aslında Bilim ve Din arasındaki bu uzun ömürlü anlaşmazlık klişesi, iddia edilen olayları yakından inceleyen tarihçiler tarafından uzun zaman önce terk edilmişti. Bu bakış açısı değersiz bir tarih oluştursa da, doğal olarak günümüzdeki ateist tutuculara heyecan verici bir söylem sağlamaya devam ediyor. Oysa ben bu kitapta, yeryüzünün derin tarihinin, önceki kısa tarih algılarıyla bu klişenin izin verdiğinden çok daha ilginç ve önemli açılardan ilişkilendirildiğini göstermeye çalışıyorum. “Genç Yeryüzü” görüşlerinin günümüzdeki dindar tutuculardan bazıları tarafından şaşırtıcı bir şekilde yeniden canlandırılması ve dünyanın belirli kesimlerinde bu tür düşüncelerin daha da şaşırtıcı politik gücü olması, bizi asıl öyküyü aramaktan alıkoymamalı. Kitabın en sonunda kısa bir şekilde günümüz yaratılışçılarından bahsediyorum; ama onların anlatının doruk noktası değil, yalnızca acayip bir yan gösterisi olduğunu açıkça göstereceğini umduğum bir şekilde.

      Bilim ve Din arasında yıllardır süregelen ama gözden düşmüş anlaşmazlık klişesinin en azından bu durumda altüst edilmesi gerektiğini savunuyorum. Bu büyük dönüşümün insan düşüncesindeki özünün, doğanın kendine özgü bir tarihinin olduğunun anlaşılmasında yattığını kabullendiğimiz anda, zaman ölçeğinin yalnızca sayısal olarak büyümesi ikincil bir konu haline gelmektedir. Daha önemli olan şey, doğanın bu yeni tarihsellik duyusunun veya tarihsel gerçekliğinin kökenini anlamaktır. Kaynağının, kasıtlı olarak ve bilerek doğa dünyasına aktarılan insanlık tarihini bugünkü bilgilerimizle anlamada yatması sürpriz olmamalı. Doğanın tarihinin izi sürülürken, fizik ya da astronomi değil, insanlık tarihi model oluşturdu. Örneğin imparatorlukların yükselişleri veya çöküşleri, gezegenlerin öngörülebilen hareketlerinin aksine, geri dönüp bakıldığında bile öngörülememişti. İnsanlık tarihinin fazlasıyla umulmadık olaylarla dolu olduğu düşünülüyordu: Her noktada olaylar farklı gelişebilirdi (bu bile, çoğu zaman büyüleyici bir şekilde, geçmişle ilgili karşıt veya “ya… olsaydı?” gibi sorular sorulmasını mümkün kılmaktadır). Bu, kültürden doğaya aktarılan ve bu arada doğa, özellikle de yeryüzü hakkında, aynı derecede tarihsel yeni bir anlayış oluşmasına neden olan tarihsellik duygusuydu. Bu aktarım şaşırtıcı görünüyorsa bunun nedeni muhtemelen, doğabilimlerinin, “İki Kültür” denilen fen bilimleri ve beşeri bilimler arasındaki sözde uçurumun olduğu yerde, insanlık tarihi bilimleriyle kararlı bir şekilde zenginleştirilmeyi kabul etmesiydi. İngilizce konuşan ülkeler dışında yaşayan insanlar aynı zorluğu yaşamamakta; zira onlar, İngilizcedeki gibi bazılarına tekil olarak “Bilim” demek yerine, bu disiplinli bilgilerin tamamına “bilimler” adını verecek kadar sağduyulular.

      Söz konusu yüzyıllarda (kabaca on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar) Batı kültürünün yapısı dikkate alındığında doğanın tarihsel olduğuna ilişkin bu yeni görüşün önemli bir kaynağının, hatta muhtemelen tek önemli kaynağının, Yahudi – Hıristiyan kutsal kitaplarında yer alan ilk Yaratılış, Cisimleşme ve sonunda Cennet’e varış gibi dinamik anlatılardaki güçlü tarih algısı olması da şaşırtıcı değil. Kültürel temelleri olan bu metinler yeryüzünün derin tarihinin keşfedilmesini engellemedikleri gibi, kesinlikle kolaylaştırmışlardır. Biyolojiden bir mecazla anlatacak olursak bu anlatılar, insan hareketinin ve inananların iddiasına göre, kutsal başlangıcın bağlamını oluşturan doğal yaşam hakkında benzer tarihsel ifadeleri kolay ve anlaşılır hale getirmek için okuyucularını önceden uyarlamışlardı. Tabii bu iddia, kitaplardaki dini perspektifin geçerliliğinin yanında etkisizdir. Bu dini inançların lehine veya aleyhine kanıt sağlamamaktadır ve benim buna değinme amacım onları savunmak değil