Неизвестный автор

Keloğlan Masalları


Скачать книгу

yoktur. Bana sadece kızını versen yeter.”

      Ağa, ne dediyse bir faydası olmadı. Kızını vereceğine dair namusu üzerine yemin etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Keloğlan, “Ayrılın ey kazlar, ördekler!” dedi.

      Başlarına böyle iş gelmeyen zavallı hayvanlar birbirlerinden ayrıldılar. Ağa, köşke girip meseleyi kızına açtı. Gerçekten eşi az bulunur güzellerden olan kız, babasına çıkıştı:

      “Dünyadaki delikanlıların kökü mü kurudu? Yer yerinden oynasa ben o kel kafalıya varmam! Hem sen ne biçim adamsın böyle? Benim nişanlı olduğumu hiç aklına getirmiyor musun?”

      Ağa, kızına karşı haksızlık yaptığını biliyordu fakat Keloğlan’ın elinden kurtulmanın imkânı yoktu. Kazlarla, ördeklerle yapışık olarak yaşamak asla işine gelmiyordu:

      “Kızım....” dedi. “Sana yerden göğe kadar hak veririm. Ne yapayım ki başka türlü hareket etmek elimde değil. Sen bu işe razı olmuş görün; sonra baş başa verip bir kurtuluş çaresi düşünür; başımıza musallat olan bu kelden yakamızı sıyırırız. O zaman ikimizin de başı dinç olur.”

      Böylece düğün hazırlığına başladılar. Keloğlan’ı atlatmak için güzel bir plan yapmışlardı. Gerdeğe başka biri girecekti. Keloğlan her nasılsa bu planı öğrendi fakat hiç sesini çıkarmadı. Gerdek gecesi ansızın ortadan kayboldu. Gerek kız gerek babası son derece sevindiler. Asıl damat olacak delikanlının adamakıllı yüzü güldü.

      Yatsı namazından sonra damat ile gelini bir odaya kapattılar. Meğer Keloğlan tavan arasına çıkıp saklanmış; ufak bir delik açmış, gelin odasını gözetlemeye başlamış.

      Damat, gelinin boynuna yüz görümlüğü takarken Keloğlan tavan arasından “Yapışın!” diye bağırdı. İkisi birbirlerine yapıştılar. Neye uğradıklarını bilemediler; korkularından feryat figan etmeye başladılar. Bütün ahali içeri doldu. Kızın babası, darbenin nereden geldiğini anladı:

      “Bu işi mutlaka Keloğlan yapmıştır; onun elinden kurtulmanın imkânı yoktur.” diye mırıldandı.

      Tam o sırada Keloğlan içeri daldı:

      “Ağa!” dedi. “Bende hünerin haddi hesabı yoktur. Köşkünle beraber havalanıp sonra düşerek parça parça olmak istemiyorsan kızını mutlaka bana vermelisin; bu sefer yaptığın hileyi hoş görüyorum. İkinci bir hile yapmaya kalkışırsan kendini ölmüş bil!”

      Kızın babasından evvel davranan damat:

      “Ey Keloğlan!” dedi. “İşte kız, işte sen! Güle güle oturun fakat vakit geçirmeyip beni bu vaziyetten kurtar.”

      Keloğlan, kendisine yalvaran damadı kurtarmak için “Ayrılın!” dedi. Bu söz üzerine kurtulan damat, bir ölüm tehlikesi atlatmış gibi derin bir oh çekti ve gitti. Onun yerine Keloğlan’ı güvey yaptılar.

      Fakat kız, kocasından hiç memnun olmadı. Kendisini zorla alan bu kel kafalı gençten yakasını kurtarmak için çare aramaya başladı. Aradan birkaç hafta geçince:

      “Baba....” dedi. “Bizim için memleketi değiştirmekten başka kurtuluş çaresi yoktur. Eğer Keloğlan’dan habersiz kaçabilirsek ne âlâ.... Arkamızdan o da gelirse ileride bir deniz var; oraya varınca Keloğlan’ın yatağını tam denizin kıyısına yayalım. Gece yarısı olunca onu denize itelim. Elinden başka türlü kurtulamayız.”

      Baba, kızının bulduğu çareyi çok beğendi. Hemen yol hazırlığı yaptılar. Kız, kendilerine iki hafta yetecek kadar gözleme yaptı, bir çuvala doldurdu.

      Hâlbuki Keloğlan, onların konuşmalarını dinlemişti. Bir kolayını bulup gözleme çuvalının içine girdi.

      Kız, kızın anası ve babası sabahleyin erkenden yola çıktılar. Birkaç saat ilerlediler. Çuvalın içinde sıkışan Keloğlan, idrarını tutamayıp salıverdi. Çuvaldan su aktığını gören baba:

      “Kızım!” dedi. “Gözlemeyi o kadar yağlı yapmışsın ki sıcaktan yağlar eriyip akmaya başladı.”

      Artık kurtulduğuna emin olan kız, “Evet, acele ile fazla yağ kullanmışım fakat yağı karar kullansaydım, gözlemeler bu sıcakta kururlardı.” dedi.

      Bunlar öğle vakti bir köye girdiler, kalabalık bir köpek sürüsünün hücumuna uğradılar.

      Kızın babası, “İşte Keloğlan burada olmalıydı; bu köpeklerin hakkından gelirdi.” dedi.

      Bunu duyan Keloğlan, çuvalın içinden, “Merak etmeyin, buradayım!” diye bağırarak fırlayıp çıktı, köpekleri bir anda dağıttı.

      “Yahu! Böyle nereye gidiyorsunuz? Sizde hiç akıl yok mu ki beni ta köyden buraya kadar çuvalın içinde taşıdınız? Eğer köpek hücumuna uğramasaydınız, rahatımı bozmak niyetinde değildim.”

      Kız, üzüldü fakat işi bozuntuya vermedi:

      “Senin çuvalda olduğunu sanki ben bilmiyor muydum? Mahsus sesimi çıkarmadım.”

      Keloğlan, alay etmeye başladı:

      “Şimdi tam dört kişiyiz. Bakalım dönüşte kaç kişi olacağız?”

      Hep birlikte yollarına devam ettiler. Gece yarısı olunca denizden tarafa Keloğlan, onun yanına kaynatası, kaynatasının yanına kaynanası, kaynanasının yanına da yavuklusu, uzanmak üzere kıvrılıp yattılar. Aradan bir iki saat geçince Keloğlan yavaşça kalktı. Horul horul uyuyan kaynanası ile kaynatasının arasına girdi. Biraz sonra uyanan kız, anasını uyandırdı. Anası da kocası zannederek Keloğlan’ı dürttü. Fısır fısır konuştular ve hep beraber iterek kızın babasını denize yuvarladılar.

      Zavallı adam, denizin dibine birkaç kere batıp çıktı. Sonra dalgalara karıştı; göze görünmez oldu.

      Çok sevinen ana ile kız, yaptıkları hatanın farkında olmadılar. Sabahleyin Keloğlan’ı yanlarında görünce ne yapacaklarını şaşırdılar, ağlamaya başladılar. Keloğlan, kızı avutup susturduktan sonra dedi ki:

      “Ey canımın canı, kanımın kanı, gönlümün sultanı! Ne yapsan elimden kurtulamazsın çünkü benim kısmetimsin. Güzellikle razı ol da evlenip rahatımıza bakalım. Aksi takdirde, babanı kaybettiğin gibi ananı da kaybedersin.”

      Bu sözleri duyan Keloğlan’ın kaynanası, kocasının acısını unuttu. Kendi tatlı canını kurtarmak derdine düştü. Kızından önce davranarak:

      “Ah benim gül kafalı evladım! Kızımı senden iyisine mi vereceğim? Ömrünüzün sonuna kadar mutlu yaşayın!” dedi. Kız da razı olmak zorunda kaldı. Oradan ayrılıp köye döndüler. Kırk gün kırk gece düğün yaparak gerdeğe girdiler ve ölünceye kadar mutlu yaşadılar.

      Keloğlan’ın Eşeği

      Yüzlerce sene evvel, Anadolu şehirlerinden birinde zengin bir adam yaşardı. Parasının, mülkünün hesabını Allah’tan başka kimse bilmezdi fakat bu adam çok cimriydi. Bir yere on kuruş vereceğim diye ödü kopardı ve iki lokma ekmeğe katık olabilecek kadar peynirle üç dört öğün karnını doyururdu.

      Bu cimri zenginin, yirmi beş yaşından fazla olmayan bir karısı vardı. O kadar güzeldi ki yüzüne bakan gözler kamaşırdı.

      Bu kadın, kocası gibi hasis değildi. Onun aksine olarak çok müsrifti. Sağa sola avuç dolusu para sarf eder; gönlünün her dilediğini yerine getirirdi. Bunu gören kocası, için için kudurur ancak bir kelime söyleyemezdi çünkü aynı zamanda kılıbık bir adam olduğu için ondan fena hâlde korkardı.

      Güzel kadın, bir gün kocasına şöyle dedi:

      “Biz