Şerif, birdenbire yerinden fırlayarak emreder gibi “Hadi gidelim!..” dedi.
Onun sık sık görülen bu mütehakkim hâli ile mazlum bir şekilde sol omzuna doğru yatan boynu hazin bir tezat teşkil ediyordu.
Hep beraber yerlerinden kalktılar. Ömer içtiği çayın parasını teneke masanın üstüne bıraktı. Nihat da kendi parasını verdi. Diğerleri küçük bir münakaşadan sonra oraya yakın bir yerde, Koska taraflarında son zamanlarda keşfettikleri bir meyhaneye gidilmesini kararlaştırmışlardı. Hep beraber yürüdüler.
Dışarıdan bakılınca meyhaneden ziyade kalaycı dükkânını andıran bu basık tavanlı yerde, tıraşları uzamış birkaç yaşlı akşamcı ile iki üç esnaftan ve tezgâhın yanında bir iskemleye oturarak udunu yanına dayayan siyah gözlüklü bir çalgıcı ile ayağına çorapsız potinler giymiş on on iki yaşlarında bir çocuktan başka kimseler yoktu. Bunlar bir müddet çaldıktan sonra istirahat edere benziyorlardı. Uzun ve sarı yüzlü çocuk, Ömer’in hemen gözüne çarptı. Hâlinde henüz atamadığı bir masumluk ile henüz tamamıyla benimseyemediği bir pişmanlık ve hilekârlık birbirine karışıyordu. Büyük kahverengi gözlerini etrafında gezdirirken hasta ve merhamete muhtaç bir tavır almaya gayret ediyor, fakat ara sıra kendini unutarak endişeli gözlerle yanındaki udiye bakınca yahut meyhaneci Ermeni’nin müşterilere taşıdığı türlü mezelere gözü takılıp hasretle içini çekince sahiden zavallı ve yürek parçalayıcı bir hâl alıyordu.
Hep birden küçük bir masanın etrafına sıkıştılar. Meyhaneci hemen tepsi içinde bir karafa rakıyla beraber küçük börekler, fasulye piyazları, izmarit tavaları getirdi. Tekrar başlayan sazın gürültüsü arasında konuşmaya koyuldular. Şair Emin Kâmil şarkı söyleyen oğlan üzerinde felsefe yapıyor, İsmet Şerif millî yaralarımızı bir makale edasıyla şerhe çalışıyor, gazeteci delikanlılar hürmetle susmakta devam ediyorlardı.
Bir aralık Nihat, oradakilere Ömer’in bu sabah yaptıklarını anlatmaya başladı. Ömer canı sıkılmış bir eda ile tekrar mahut mecmuasını cebinden çıkardı, okumaya koyuldu. Nihat’ın hikâyesi masadakileri kahkaha ile güldürmeye başlamıştı ki, Ömer birdenbire, gözleri parlayarak elindeki mecmuayı masaya vurdu.
“Bakınız… Bakınız!” dedi. “Burada bir şiir var… Beni deli eden şeyleri ne kadar açık söylüyor. Siz beni anlamıyorsunuz… Eminim ki bunu yazan beni anlayacaktır…”
Mecmuayı tekrar masadan alarak okumaya başladı. Bu, tanınmış şairlerden birinin “Şeytan” adlı bir şiiri idi.
Ömer sesi titreyerek ve bütün içini dökmek isteyen bir adam gibi ikide birde karşısındakilerin gözüne bakarak okudu. Şiirde gölgesiyle bizi kovalayan, arkamızdan fısıldayan, buz gibi elleri ensemizde dolaşan ve bizi hiçbir yere kaçırmayıp sımsıkı yakalayan bir şeytandan, bizi sıska bir çocuk gibi karşısında ürpertip titreten bir kuvvetten bahsediliyordu. Ömer şiiri bitirdiği zaman alnı ter içindeydi.
“Bakın şu satırlara!..” diyerek şiirin ortasından birkaç mısrayı tekrar okudu:
Onu ben çocukluğumdan,
İlk rüyalardan tanırım.
Yalnız yürüdüğüm zaman
Odur arkamdaki adım.
Onun korkusu, içimde
Ürkek bir dünya yaratan…
……
Ömer haykırır gibi tekrarladı:
“Evet, evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…”
Emin Kâmil başını sallayıp gözlerini sinirli sinirli kırpıştırarak “Neden kızıyorsun? Neden şikâyet ediyorsun?” dedi. “İçinde şeytan dediğin o şeyin en kıymetli tarafın olmadığını nereden biliyorsun? Sizin gibi beş hissinden başka duygu vasıtası olmayanlar bu daimî korkudan kurtulamazlar. Asıl sebep ve illetlere14 varabilseniz göreceksiniz ki en zayıf tarafımız dışımızdadır. Gözümüzü kör eden yedi renktir, kulağımızı sağır eden sesler, ağzımızı paslandıran yediklerimiz, kalbimizi önce coşturup sonra durduran sonsuz koşmalarımızdır. Yüksek insan dışına değil, içine kıymet verendir.”
Nihat kendini tutamayarak:
“Dışınızı da pek ihmal edere benzemiyorsunuz üstat… Lao Tse’nin bütün hikmetlerine rağmen tatlı tuzlu bir ömür sürüyorsunuz!”
Emin Kâmil cevap vermek üzereydi. Fakat İsmet Şerif daha evvel davrandı, Ömer’e dönerek:
“Fevkalade bir şey değil… Bu şeytan hepimizde vardır. Bizim sanatkâr tarafımız onun çocuğudur. Bizi gündelik hayatın dışına çıkaran, bize insanlığımızı, makine olmadığımızı idrak ettiren odur. Emin Kâmil’in söyledikleri saçma… İç başka dış başka olmaz. Bunlar bir fikrin iki görünüşünden başka bir şey değildir…”
Ömer başka şeylere dalmıştı ve dinlemiyordu. Nihat kadehini ağzına götürerek “Mamafih Emin Kâmil’den pek ayrılan tarafınız yok!” dedi. “Bilhassa işi derhâl ciddiye alıp felsefesini yapmak hususunda müştereksiniz… Hâlâ bizim Ömer’i öğrenemediniz. Küçük bir şey onu muazzam heyecanlara götürebilir. Küçük bir yaprağın arkasında bir dünya gördüğünü zanneder de koca dünyayı görmeden yaşar. İçinde bir türlü aslını öğrenemediği bir kâinat bulunduğuna kanidir.”
Sonra Ömer’e dönerek ilave etti:
“Hayata, realiteye, menfaatlerine döndüğün zaman içinde ne şeytan kalacak ne peygamber… Vücudunun ve ruhunun ne kadar basit bir makine olduğunu öğren, istediklerini tayin et ve bunlara doğru azimle ilerlemeye başla… Göreceksin!”
Ömer başını salladı:
“Hiçbirinizi anlamıyorum. Verecek cevap da bulamıyorum. Fakat yanılmadığıma eminim: Bizi istemediklerimizi yapmaya çeken bir kuvvet var, bu muhakkak. Bizim daha başka, daha iyi olmamız lazım… Bu da muhakkak… Bunu nasıl birleştirmeli, bunu bilmiyorum…”
Nihat güldü:
“Ömrünün sonuna kadar öğrenemeyeceksin…”
Meyhane boşalmıştı. Üçüncü kadehten sonra eğri başı sallanmaya başlayan İsmet Şerif’le sinirli hareketleri daha çoğalan Emin Kâmil, hararetli bir münakaşaya dalmışlardı. Birbirlerinin sözünü ret mi kabul mü ettikleri belli değildi. Her ikisi de büyük manalı kelimeler, girift cümleler kullanıyorlar, sözlerinin muayyen yerlerinde durarak yaptıkları tesiri kontrol ediyorlar, bazen de aynı zamanda söze başlayarak birbirlerini dinlemeden söyleniyorlardı. Ömer münakaşanın neye dair olduğunu anlamak istedi, kulağına gelen, “idrak”, “tefekkür”, “kıstas”, “sistem”, “şuur” gibi yüksek tabakadan kelimelere, “kalıbımı basarım”, “fikir çığırtkanları”, “politika tellalı”, “mefkûre bezirgânı” gibi münevver argosu numunelerinin karıştığını fark etti.
“Ya Rabbi… Bu adamlar ne kadar kendilerini tekrarlıyorlar!” diye mırıldandı.
Nihat “Ne dedin?” diye sordu.
Kafasından geçen her şeyi arkadaşına açmaya alışmış olan Ömer bu sefer ilk defa olarak düşündüklerini ona söylemeyi lüzumsuz buldu ve başını sallayarak “Hiç… Farkında değilim!” dedi.
Karşılarındaki altı köşeli tahta duvar saati on biri gösteriyordu. Ömer şapkasını