ı
Ceddimiz doludizgin bir hedefe koşardı
Âleme nizam veren millet! Halife hânı
Azametiyle tir tir titretirdi cihânı
Birbirine düşermiş ufku kaybolan millet
Her darbede küçülür… Olur âhiri zillet
Yâ Rabb bize ne kavga… İhtilaf ne savaş ver
Birlik olup ardınca hayra koşacak baş ver
Bir ok kolay kırılır, kavidir bir deste ok
Birlik ver!.. Yok olmamak için başka çare yok
Millet ve devlet sevgisi ile ömür sürüp hizmet veren; Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp ve Mehmed Âkif Ersoy okumaları ile bizi Türk-İslâm kültürü ile yoğuran muhterem babam Niyazi Yılmaz’a saygılarımla ve Türk Tarihi yazarı Necib Âsım Yazıksız’a rahmet dileklerimle…
Necib Âsım Yazıksız, 29 Aralık 1861/hicrî 1277’de Kilis’te dünyaya geldi. “Balhasanoğulları” diye tanınan bir asker ailesindendi. Babası Hacı Âsım Bey, annesi ise Gülşah Hanım’dı. Babası o küçük yaşlarda iken vefat ettiği için onu annesi büyütmüştü.
M. Yahya Efe, Kilis Kent Gazetesi’ndeki bir yazısında Necib Âsım’ın çocukluk günlerine dair şu anlatısına yer veriyor:
Kilis’te, şimdi amcam oğlu Faik Bey’in oturduğu evin divanlı odasında doğmuşum. Göbeğim oraya gömülmüş, ta ki eve bağlı bir adam olayım. Kısmete bakın ki, evine bağlı bir erkek oldum ise de, Kilis’e maddeten bağlanıp kalamadım.
Babamın adı Mehmet Âsım, onun babası da Yeniçerilerin kaldırıldığı yıllarda Kilis Mütesellimi yani mutasarrıfı olan Mehmet Bey’dir. Ailece söylendiğine göre aslımız Kastamonulu imiş. Sipahi tımarımız Kilis’e havale olduğundan oraya gelmişiz.
Atalarımızdan birisi de II. Selim (Yavuz Sultan Selim) zamanında Basra fethinde imiş. Doğduğum günlerde evde mazanna-i rical bir ihtiyar varmış. Beni o adamın kucağına vermişler. Başımın sol taraf gerisinde bir et beni var. Onu görmüş ‘Bu çocuk memlekette büyük bir adam olacak’ demiş. Eğer bu adam Kilis’te en büyük rütbeli olacak demek istemiş ise miralay oldum. Yok, Türk vatanını kastetmiş ise Türkiye Darülfünununda müderris bulunuyorum. Ben şu buluşa hayretteyim. Her ne ise çocuk iken ben annemin annesinin yanında, yani Çalık Camii yakınlarında bir evde büyüdüm. Büyükannem beni kendisi okuttu. Sonra Şeyh Camii’nde imamlık yapan merhum Abdurrahman Efendi’ye verdi. Bu hoca dünyada bir mislini daha görmediğim temiz kalpli bir zat idi. Talebelerini meccanen okutur, her birisini öz çocuğu gibi severdi…
Necib Âsım, ilk ve orta tahsilini Kilis’te yaptıktan sonra, Amcası Hacı Kazım Bey’in yardımıyla 1875’te Şam Askerî İdadisine kaydoldu. Şam’da Arapların Türklere yan bakışı ve okulda çok çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen, Fransızca öğretmeni Şamlı Arap Zahit Efendi’nin kendisini sınıfta bırakmak istemesi üzerine, Şam İdadisinden İstanbul Kuleli Lisesine naklen geldi. Bu Arap muhitinde Türklere karşı takınılan tavır, onda millî şuurun uyanmasına ve Türkçülük fikrinin doğmasına sebep olmuştu. İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesinin ardından da Harp Okulunu piyade mülâzım rütbesiyle bitirdi (1881).
Necib Âsım Yazıksız, Türk tarihini yanlış bilgilerden arındırıp doğrusunu yazan ve milliyet ideali için çalışan fikir, kültür ve ilim adamlarından biri olarak askeriyedeki hayatını okullarda öğretmenlik yaparak geçirdi. Askerî rüştiyelerde, Harp Okulunda Türkçe, Fransızca ve tarih öğretmenliği yaptı. Askerî okullar dışında öğretmenlik yaptığı da oldu. Maarif Nezareti/Millî Eğitim Bakanlığınca Fatih ve Galata Rüştiyelerine Fransızca öğretmeni olarak atandı. 1908 Meşrutiyet İnkılâbından sonra İstanbul Üniversitesinde müderris/hoca oldu, Türk Tarihi ve Türk Dili Dersleri verdi. İstanbul Darülfununu’nda/İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji Bölümünü kuran ve bu üniversitede Türk Dili Tarihi Kürsüsü’nün ilk profesörü kabul edilen Necib Âsım Yazıksız Türkiye’de dilbilimin gelişip yerleşmesinin de öncülerindendi.
Necib Âsım, “Yeni Lisan Hareketi” adıyla başlattığı mücadele ile Millî Edebiyat Akımı’nı hazırlayan Ömer Seyfeddin’in de etkilendiği Türkçü fikir adamlarından biridir (Gürel, 2020:23). Necib Âsım Türkçenin sadeleşmesi ve gelişmesi konusunda Türklüğü olduğu gibi Türk dilini ve edebiyatını da bir bütün olarak görüyor ve kabul ediyordu, bu açıdan bakıldığında ortaya koyduğu görüşler bugün için bile önemini korumaya devam etmektedir. Onun yüz yirmi iki yıl evvel yazılmış, o tarihlerde Türkçe ve Fransızca olarak yayımlanan Marifet dergisinin 19 Ağustos 1899 tarihli 15. sayısındaki yazısında bu konuda dile getirdikleri önemlidir:
Geçenlerde Osmanlıca bilgisi çok bir arkadaş ile bir yerde bulunuyorduk. Söz dilimizin düzeltilmesinden, genişlemesinden açıldı. Ben dilimizi genişletmek için Türkçenin eski, yeni kollarında bulunan sözleri almamızın iyi olacağını söyledim. Karşımdaki arkadaş: Elsine-i meyyite ihya edilemez dedi. Bu sözünden geri dönmedi. Bana kalırsa ne demek istediğimi anlatamadım gibi geliyor. İşte onun için şunu yazıyorum. Kimseye taş atmak, bilgiç gözükmek istemiyorum. Bildiğimi, düşündüğümü söyleyeceğim.
İlk önce şunu söyleyeyim. Benim o sözüm dilimizi düzeltmek, büyütmek için bugün bütün Türklerin azıcık anlayabilecekleri en eski Türkçeyi diriltmek değil idi. O olmaz bir iştir. Yıllar geçtikçe bütün gördüklerimiz, bildiklerimiz değişiyor, düzeliyor, güzelleşiyor; yeni sevilir ama eski de atılmaz. Onların içinde değerlileri sakınacak, saklanılacakları, görülecekleri çoktur.
İstediğim dilimizi değiştirmek, eski bir dili diriltmek değil idi. Ölen ölmüş, bir daha diriltilmez. İşte eski Rumca, Latince böyledir. Böyle olmakla beraber bugün yalnız Fransızca, kardeşleri olan başka Latin kolları değil bütün Avrupalılar bu iki türlü dilden söz alıyor, kendi ağızlarına, söyleyişlerine uyduruyor, dillerinin eksiğini kapatıyor, ileri gidiyorlar.
Biz de öyle yapalım. En önce daha okuması yazması olmayanların, akla karayı seçemeyenlerin bildikleri: ‘ak, kara, arık’ gibi sözleri, sonra yine Anadolu’da kalmış, bunun için de bize pek de yabancı düşmemiş: ‘aramak, bezemek, koklamak’ gibileri alalım. Bunlar yine az gelir. Onun da yolu, kolayı var: O da eski yeni başka Türk kollarına başvurmak. Bugün Anadolu’nun unuttuğu, bilmediği ‘kurultay, tavusmak’ gibi sözlerin nesi var?
‘Kurultay’ kurmak, kurulmaktan geliyor: Büyük işleri görecek, söz erlerinin toplanmasına deniyor. Türk tarihinde bu söz çok geçer, işte ‘kongre, konferans, mü’temer’ yerine seve seve kullanılacak bir söz.
‘Tavsamak, tavusmak’ bu söz de bizce pek unutulmuş değil, koyunların boynuz vuruşuna ‘tosmak’ demiyor muyuz? Çağataylarda kadeh tokuşturmaya, idare-i akdaha ‘tavusmak’ diyorlar. Biz de bunu ‘tavusmak’ kılığına sokar kullanırız. Bu sözü Fransızcayı sevenler bile ister: Bu Frenklerin Toast’larına pek benziyor.
İşte böyle sözler diri kalmış ki, elimize geçiyor, gözümüze ilişiyor. İçinden işimize yarayanı almalı. Yazılışını, söylenişini kendimize uydurmalı. Bu güzel olur. Yalnız yazı yazma isteyenler de istek alır. Dilimizin düzelmesi, genişlemesi onların şu dediklerimi beğenmelerine, o yolda çalışmalarına kalmıştır.
Darılan olmasın, ama bu öyle kolay bir iş değil. Dilin eski çağını, belli başlı kollarını ayrı ayrı görmeli, bilmeli (Yazıksız, 1899:11).
Necib Âsım Yazıksız’ın yıllar önce Osmanlılar zamanında yaptığı bu tespitler, Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal Atatürk’e de dil konusunda yol göstermiş olmalı ki o da 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğunda çalışma sürecinde yol haritasını böyle belirlemiştir (Gürel, 2021:8-10).
1927’de Erzurum milletvekili olarak TBMM’ye girdi. 1934’te soyadı kanunu çıkınca kendine “Yazıksız” soyadını aldı. 13 Aralık 1935’te İstanbul’da Kadıköyü’ndeki evinde vefat etti ve Sahra-yı Cedid Mezarlığına defnedildi. Mezar taşında “Necib Âsım Türk Tarihi Müellifi 1861-1935” yazmaktadır.
İlk yazıları Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı. Sonra