Çerkez çubuğunun tadına bakmaya hazırlıyordu kendini; Tanrı bilir, daha başına neler gelecekti! Ama talih kahramanımızın yüzüne güldü de yanlarına, omuzlarına ve vücudunun hiçbir edepli yerine zarar gelmedi. Birden beklenmedik bir şekilde şıngırdayan zil sesleri, evin giriş kısmına uçar gibi gelen at arabasının tekerlerinin tıkırtısı, arabayı çeken üç atın ağır hırıltıları ve zorla nefes alışları duyuldu. Odadaki herkes gayriihtiyari pencereden dışarı baktılar: At arabasından üzerinde, yarı askerî redingotu olan, bıyıklı biri indi. Giriş kısmında birilerine bir şeyler sorduktan hemen sonra hâlâ korkudan kendine gelememiş ve bir ölümlü için yaşanabilecek en sefil durumda bulunan Çiçikov’un olduğu odaya girdi. Elinde bir çubuk tutan Nozdrev’e ve bu kötü hâlinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayan Çiçikov’a şaşkınlıkla bakan yabancı:
“Bay Nozdrev’in hanginiz olduğunu öğrenebilir miyim acaba?” dedi.
Nozdrev adama yaklaşarak:
“Öncelikle kiminle konuşma onuruna nail olduğumu öğrenebilir miyim?”
“Komiserim.”
“Ne için gelmiştiniz?”
“Bana ulaştırılan tebligatı, size iletmek için geldim. Hakkınızdaki dava sonuçlanana kadar gözaltında kalacaksınız.”
“Bu ne saçmalık! Ne davasından bahsediyorsunuz?” dedi Nozdrev.
“Toprak beyi Maksimov’u, sarhoş hâlde sopayla dövdüğünüz için açılan davadan bahsediyorum.”
“Yalan söylüyorsunuz! Ömrümde Maksimov’u hiç görmedim ben!”
“Saygıdeğer beyefendi! Bir subay olduğumu bildirmek isterim. Bu şekilde yalnızca uşağınızla konuşabilirsiniz, benimle değil!”
Tam da o anda Çiçikov, Nozdrev’in ne cevap vereceğini beklemeden hemencecik şapkasını başına taktı; komiserin arkasından dolanıp giriş kapısına gitmeyi başardı, arabasına bindi ve Selifan’a atları dörtnala koşturmasını buyurdu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Ancak kahramanımız adamakıllı korkmuştu. Arabasının son sürat gitmesine, Nozdrev’in köyünün uzun süre önce tarlaların, eğimlerin ve tepeciklerin ardında gözden kaybolmasına rağmen Çiçikov yine de birinin onu kovalayacağından korkarak ikide bir dönüp arkasına bakıyordu. Güçlükle nefes alıyordu ve elini göğsüne koyduğunda kalbinin kafesteki bir bıldırcın gibi çırpındığını fark etti. “Ah, mahvedeceklerdi beni! Bak sen şu işe!” dedi kendi kendine. Bu arada Nozdrev’e her türlü ağır lafı ediyordu, hatta aralarında küfür sayılabilecek sözler de vardı. Yapacak bir şey yok. O bir Rus’tu, hem de kalbi kırılmış bir Rus. Bu işin şaka götürür bir yanı da yoktu. “Kim ne derse desin, emniyet müdürü yetişmeseydi belki de bir gün daha hayatta kalamayacaktım! Sudaki kabarcık gibi geride hiçbir iz, gelecek kuşaklar için ne bir servet ne de onurlu bir isim bırakmadan ölüp gidecektim!”
Kahramanımız, gelecekteki soyuna çok önem verirdi.
“Ne iğrenç bir beydi!” diye düşündü Selifan. “Daha önce hiç böyle bir bey görmemiştim. Yani tam yüzüne tükürülecek biri! Bir insana yemek vermesen de olur ama atları beslemek lazım çünkü atlar yulafı sever. Yulaf onların yiyeceğidir. Örneğin, onlar için yulaf neyse bizim için erzak odur; o da bizim yiyeceğimizdir.”
Atlar da Nozdrev hakkında iyi şeyler düşünmüyor gibiydiler. Yalnızca doru atla Üye değil, benekli at da keyifsizdi. Beneklinin payına her zaman en kötü yulaf düşerdi ve Selifan da yalağına yemini koymadan önce her seferinde “Ah, namussuz seni!” derdi ona ama yine de yalnızca saman değil yulaftı yediği; yulafını keyifle çiğner, özellikle de Selifan ahırda değilken sık sık uzun başını, yediklerinin tadına bakmak için arkadaşlarının yalağına uzatırdı. Şu an yalnızca saman vardı… Hiç iyi değildi, hiçbiri hâlinden memnun değildi.
Ama kısa sürede bütün memnuniyetsizlikleri hiç de beklenmedik bir kargaşayla kesildi. Üzerlerine doğru altı atın çektiği bir araba gelmesi ve arabadaki hanımların yanı başlarında attıkları çığlıklar, arabacı da dâhil olmak üzere herkesi kendine getirmişti. Diğer arabacı da küfür ve tehdit savuruyordu: “Ah, pis herif! Sana sağa çevir diye bağırıyorum, aptal! Sarhoş musun nesin?”
Selifan hatalı olduğunu fark etmişti ama Rus insanı, başkalarının önünde hatalı olduğunu kabul etmeyi sevmediği için burnu havada cevap verdi: “Peki sen ne diye dörtnala sürüyorsun arabayı? Gözlerini meyhanede mi bıraktın yoksa?”
Bu lafların ardından diğer arabanın koşumlarından kurtulmak için arabayı geri aldı ama işler hiç de istediği gibi gitmedi, bütün koşumlar birbirine dolandı. Benekli, iki yanındaki yeni arkadaşlarını merakla kokluyordu. Bu sırada diğer arabada oturan hanımlar, bütün olan biteni yüzlerinde korkuyla izliyorlardı. İçlerinden biri yaşlı; diğeri on altı yaşlarında, küçük, oldukça güzelce taranmış, altın sarısı saçları olan genç bir kızdı. Taze bir yumurtaya benzeyen şirin, oval yüzünde saydam bir parıltı vardı. Kâhya kadının, taptazeyken esmer eline alıp güneşe tuttuğunda içinden parlak ışıklar süzülen bir yumurtaya benziyordu. Zarif kulakları da içinden sızan ısıtıcı güneş ışığıyla kızarmıştı. Korkudan açık kalan ağzı ve gözlerindeki yaşlar, onu öyle şirin gösteriyordu ki kahramanımız atlar ve arabacılar arasındaki keşmekeşe hiç mi hiç dikkat etmeden birkaç dakika bu kıza bakakalmıştı. Diğer arabacı “Arabanı çeksene kuş beyinli!” diye bağırdı. Selifan dizginleri geriye çekti, diğer arabacı da aynısını yaptı. Atlar geri geri gittiler, sonra koşumlar tekrar birbirlerine dolandı. Bu sırada benekli at, yeni bir arkadaş edinmekten öylesine memnundu ki hiç umulmadık talihin onu düşürdüğü bu durumdan kurtulmak istemiyordu. Başını yeni arkadaşının boynuna yaslamış, kulağına bir şey fısıldıyor gibiydi; muhtemelen saçma sapan şeylerdi söyledikleri çünkü diğer at durmadan kulaklarını sallıyordu.
Şanslarına, yakınlardaki bir köyün insanları toplandı da böylesine bir karışıklıktan kurtuldular. Bu tarz bir manzara, Almanlar için gazete ya da kulüp nasılsa köylüler için de tam anlamıyla bir lütuf olduğu için kısa sürede arabanın etrafına yığınla insan gelmişti ve köyde, yalnızca ihtiyar kadınlarla küçük çocuklar kalmıştı. Birbirine dolaşan koşumlar çözüldü, benekli atın kafasına atılan birkaç fiske geri geri gitmeye zorladı onu; kısacası atlar birbirlerinden uzaklaşıp ayrıldılar. Ama diğer atlar arkadaşlarından ayrılacakları için duydukları üzüntüden mi yoksa sadece aptallıklarından mı bilinmez; arabacı onları ne kadar kırbaçlarsa kırbaçlasın hiç kıpırdamıyor, mıhlanmış gibi öylece duruyorlardı. Köylülerin gösterdikleri ilgi olağanüstü bir seviyedeydi artık. Her biri tavsiye vermede birbiriyle yarışıyor, “Andryuşka yürüsene, şu sağ taraftaki dizgini tut hele! Mityay dayı da şu kahverengi ata binsin! Bin, Mityay dayı!” diyorlardı. Bir deri bir kemik, uzun boylu, kızıl sakallı Mityay dayı; kahverengi atın sırtına bindi, bu hâliyle köyün çan kulesine ya da kuyudan su çekmeye yarayan çengele benziyordu. Arabacı atları kamçılıyordu ama ne bu ne de Mityay dayının ata binmesi bir işe yarıyordu. “Dur, dur!” diye bağırdı köylüler. “Koşumlanan ata bin Mityay dayı, kahverengi ata da Minyay dayı binsin!”
Kömür gibi kapkara sakallı, pazar yerinde tir tir titreyenler için içinde sbiten demlenen devasa semaverler gibi göbekli, geniş omuzlu Minyay dayı; kahverengi ata hevesle oturunca at neredeyse yere çökecekti. “Şimdi oldu işte!” diye bağırdı köylüler. “İyice kızıştır şunu! Kamçıla, şu bacaklarını açıp sivrisinek gibi yere mıhlananı!”
Ancak işlerin istedikleri gibi gitmediğini görünce Mityay dayı ve Minyay