ödeyebilirsin.”
“Aygıra ihtiyacım yok benim, sende kalsın!”
“Şu kahverengi kısrağı al bari.”
“Kısrağa da ihtiyacım yok.”
“Daha önce yanımda gördüğün kısrak ve kır atı sana yalnız iki bine veririm.”
“Ama benim ata da ihtiyacım yok ki.”
“Satarsın o hâlde. Gittiğin ilk panayırda onlar için bu fiyatın iki kat fazlasını verirler sana.”
“İki kat fazlasını vereceklerinden bu kadar eminsen en iyisi sen sat onları.”
“Vereceklerinden eminim ama sen kâra geç istiyorum.”
Çiçikov bu niyetinden dolayı ona teşekkür etti, kısa ve net bir şekilde hem kır atı hem de kahverengi kısrağı reddetti.
“Köpeği al bari! Sana öyle bir köpek vereceğim ki tüylerin ürperecek! Bıyıklı, sert, dik tüylü bir köpek. Fıçıya benzeyen yuvarlak kaburgaları inanılır gibi değil, patileriyle hafif hafif basar toprağa.”
“Ne yapacağım ben köpeği? Avcı değilim ki ben.”
“Senin de köpeklerin olsun istiyorum. Dinle eğer köpek istemiyorsan benim laternayı al, mükemmel bir laternadır. Şerefli bir insan olarak söylüyorum, bin beş yüz ödedim bu laternaya; sana dokuz yüz rubleye veririm.”
“Laternayı ne yapacağım? Alman değilim ki ben, sokak sokak gezip para mı dileneceğim?”
“Bu Almanların taşıdığı laternalardan değil. Org bu, bak hele bir! Her yeri maundan. Biraz daha göstereyim sana!”
Bu sırada Nozdrev, Çiçikov’un eline yapışıp onu başka bir odaya sürüklemeye başladı ve Çiçikov, ne kadar ayak direse de laternayı zaten gördüğünü söylese de yine de Marlborough’un seferini anlatan şarkıyı bir kez daha dinlemek zorunda kaldı. “Para vermek istemiyorsan dinle: Sana laternayı ve ne kadar ölü canım varsa hepsini vereyim, sen de bana arabanı ve üstüne de üç yüz ruble ver.”
“Ee, ben neye binip gideceğim?”
“Sana başka bir araba veririm. Ahıra gidelim de arabayı göstereyim sana! Bir boyatırsan harika olur.”
“Şeytan ele geçirmiş bu adamı.” diye düşündü Çiçikov ve ne olursa olsun herhangi bir araba, laterna ya da fıçı gibi yuvarlak, inanılmaz kaburgalı ve hafif patili hiçbir köpek satın almamaya karar verdi.
“Araba, laterna ve ölü canlar! Hepsi birlikte!”
“İstemiyorum.” dedi Çiçikov bir kez daha.
“Neden istemiyorsun?”
“İstemiyorum, işte o kadar!”
“Sen de neymişsin be! Seninle yakın arkadaş olunmaz vallahi! Senin ikiyüzlü bir adam olduğun belli oldu işte!”
“Aptal mıyım ben? Bir düşün. Bana hiç mi hiç lazım olmayan bir şeyi neden almak isteyeyim ki?”
“Lütfen sus artık. Artık seni tam olarak tanıdım. Tam bir alçaksın sen! Dinle şimdi, iskambil oynayalım ister misin? Bütün ölüleri ortaya koyarım, laternayı da.”
“İskambil oyunlarının sonu hiç belli olmaz.” dedi Çiçikov ve bu sırada Nozdrev’in elindeki kartlara göz ucuyla baktı. Kartlar çok yapay gelmişti gözüne, insanda şüphe uyandırıyorlardı.
“Neden belli olmasın ki?” dedi Nozdrev. “Belli olmayacak bir şeyi yok! Talih senin tarafındaysa yığınla para kazanabilirsin. İşte burada! Talihin burada!” dedi, Çiçikov’u alevlendirmek için elindeki kartları karıştırarak. “Ne talih ama! Ne talih! Atalım bakalım kartı! Bütün paramı kaybettiren yine aynı lanet dokuzlu! Kaybedeceğimi hissetmiştim ama yine de gözlerimi yumup kendi kendime: ‘Şeytan alsın seni, at gitsin lanet olasıca kartı!’ diye düşündüm.”
Nozdrev konuşurken Porfiri bir şişe getirdi. Ama Çiçikov, iskambil oynamayı reddettiği gibi içki içmeyi de reddetti.
“Ne diye oynamak istemiyorsun sanki?” dedi Nozdrev.
“Çünkü canım istemiyor. İtiraf edeyim, pek de meraklısı değilim şu iskambilin.”
“Neden değilsin?”
Çiçikov omuzlarını kaldırıp:
“Değilim işte.” dedi.
“Ne pis adamsın!”
“Ne yapalım yani? Beni de Tanrı böyle yaratmış.”
“Düpedüz sümsüksün sen! Önceden düzgün bir adam sanırdım seni ama daha nasıl davranılacağını bile bilmiyormuşsun. Seninle yakınınmış gibi konuşulmazmış… Hiçbir samimiyet, içtenlik yokmuş sende! Aynı Sobakeviç gibi alçağın tekisin!”
“Ne diye azarlıyorsun beni? İskambil oynamıyorum diye suçlu muyum yani? Böyle saçma sapan bir şey için eli titreyen bir adamsan sat o zaman bana ölü canlarını.”
“Zırnık koklatmam! Bedavaya verecektim ama artık hiçbir şey alamazsın benden! Dünyaları versen de satmam artık. Seni düzenbaz, hilekâr pislik! Bundan böyle seninle işim olmaz! Porfiri; ahıra git, onun atlarına yulaf vermesinler, yalnız saman yesinler.”
Çiçikov bu son sözleri beklemiyordu.
“Bir daha gözüme görünmesen iyi edersin!” dedi Nozdrev.
Böylesine bir kavgaya rağmen misafir ve ev sahibi birlikte yemek yediler ancak bu kez masada ağdalı isimleri olan hiçbir şarap yoktu. Yalnızca ekşi mi ekşi bir şişe Kıbrıs şarabı vardı. Yemekten sonra Nozdrev, Çiçikov’u yatağının serildiği yan odaya götürerek:
“İşte yatağın! İyi geceler dilemek istemiyorum sana!”
Nozdrev’in gidişiyle tek başına kalan Çiçikov, kendini berbat hissetti. İçten içe hayıflandı, Nozdrev’i ziyarete gelip zamanını boş yere harcadığı için kendini azarladı. En çok da Nozdrev’e ölü canlar konusunu bir çocuk, bir aptal gibi dikkatsizce açtığı için azarlıyordu kendini. “Hiç de Nozdrev’le konuşulacak iş değildi bu… Pis herif! Yalan söyleyebilir, söylediklerime bire bin katar, kim bilir neler uyduracak. Bir de dedikodu yayılacak… Çok kötü oldu bu, çok kötü! Tam bir aptalım!” dedi Çiçikov kendi kendine. Gece rahat bir uyku çekemedi. Küçücük, kıpır kıpır haşereler inanılmaz acı verici bir şekilde ısırıp durmuştu Çiçikov’u, o da bütün avucuyla ısırılan yerlerini “Size de lanet olsun, Nozdrev’e de!” diyerek kaşıyordu. Sabah erkenden uyandı. İlk iş sabahlığını giydi, çizmelerini ayağına geçirdi, avludan geçerek ahıra yöneldi ve Selifan’a hemen arabayı hazırlamasını buyurdu. Avludan geri dönerken sırtında tıpkı onunki gibi sabahlığı, dişlerinin arasında piposuyla Nozdrev’le karşılaştı.
Nozdrev, onu dostça selamladı ve gecesinin nasıl geçtiğini sordu.
“Pek iyi değil.” diye cevap verdi Çiçikov, oldukça soğuk bir şekilde.
“Ben de kardeşim.” dedi Nozdrev. “Bütün gece öyle iğrenç bir kâbusla cebelleştim ki anlatması bile çok zor. Dünkü yiyip içtiklerimizden sonra ağzımın tadı tuzu da kalmamış. Düşünsene, rüyamda dayak yiyordum! Hem de kimden? Hayatta tahmin edemezsin. Üsteğmen Potseluyev ve Kuvşinnikov’dan.”
“Seni gerçekte dövseler ne güzel olurdu!” diye içinden geçirdi Çiçikov.
“Vallahi de! Öyle acıyordu ki! Bir uyandım ki aslında lanet olası pireler ısırıyormuş her yerimi. Neyse, haydi git şimdi giyin, ben de birazdan yanına geleceğim. Şu alçak kâhyayı paylamam lazım önce.”
Çiçikov, giyinip elini