Sandal ağacı, yanık mantar hatta mürver bile katıyor namussuz. Ama sonra uzaktaki, özel dediği odadan bir şişe şarap getirirse kendini cennette buluveriyorsun. Orada içtiğimiz şampanyaların yanında valininkiler de neymiş? Basit bir kvas19 gibi gelir. Kliko değil de Kliko Matradura gibi bir şeydi adı, iki kat daha fazla Kliko demekmiş. Bir şişe de Bonbon denen bir Fransız şarabı içtik. Kokusu mu? Gül gibi, mükemmel kokuyordu. Neler neler içmedik ki! Bizden sonra bir prens gelmiş, dükkândan şampanya alması için birilerini göndermiş, bütün şehirde tek bir şişe bile kalmamış, hepsini subaylar içip bitirmiş. İnanır mısın, ben öğle yemeği sırasında on yedi şişe şampanya içtim. Hem de tek başıma!”
“On yedi şişe içemezsin.” dedi sarışın olan.
“Vallahi içtim!” diye cevapladı Nozdrev.
“İstediğini söyle, ben de sana on şişe bile içemezsin diyorum.”
“İçip içmediğim üzerine iddiaya var mısın?”
“Nesine?”
“Şehirden aldığın tabancayı koy ortaya.”
“İstemiyorum.”
“Koy işte, ne olacak!”
“Koymak istemiyorum.”
“Gerçi tabancasız kendini şapkasız kalmış gibi hissedersin sen. Ah Çiçikov kardeş, kısacası senin de orada olmaman çok yazık oldu. Teğmen Kuvşinnikov’un yanından hiç ayrılmazdın. Onunla ne iyi anlaşırdın! Bizim şehrimizdeki vali ve her bir kuruşun hesabını tutan pintiler gibi değil o. Bu adam, kardeşim, hem galbik20 hem de bançişkayı21 iyi oynar, yani ne ararsan var! Ah be Çiçikov, ne diye gelmedin ki sanki? Seni gidi domuz, hayvan yetiştiriyor sanki! Öp beni haydi canım benim, canımdan çok seviyorum seni! Mijuyev, şu rastlantıyı görüyor musun? Birbirimizle hiçbir alakamız yok aslında. O buraya Tanrı bilir nereden gelmiştir, ben de burada yaşıyorum… Hem de ne çok araba var burada kardeşim, en gros.22 Talihim de döndü. İki kutu pomat, porselen fincan ve gitar kazandım, sonra bunları koyup tekrar oynadım, lanet olsun ki hepsini kaybettim. Ah, çapkın Kuvşinnikov’la bir tanışsaydın! Onunla neredeyse bütün balolara gittik. Balodaki kadınlardan biri öyle güzel giyinip kuşanmıştı ki elbisesinde tüller, fırfırlar ve Tanrı bilir başka neler vardı neler! İçimden sadece ‘Lanet olsun!’ demiştim. Kurnaz Kuvşinnikov, kadının yanına oturup Fransızca öyle güzel iltifatlar etti ki… İnanır mısın, hiçbir kadını kaçırmaz avucundan. Buna ‘çilek toplamak’ adını vermiş. Harika balıklar getirdik. Arasından birini yanımda getirdim. İyi ki hâlâ elimde para varken satın almayı akıl etmişim. Sen nereye gidiyorsun şimdi?”
“Birinin yanına gidiyorum.” dedi Çiçikov.
“Aman, boşver onu! Bana gel!”
“Hayır, olmaz, işim var.”
“Ne işiymiş o? Hemen de uydurdun! Ah, sen yok musun İvanoviç!”
“Gerçekten de işim var, gitmem lazım.”
“Bahse varım yalan söylüyorsun! Kime gidiyormuşsun bakalım?”
“Sobakeviç’e gidiyorum.”
Tam o anda Nozdrev; yalnızca gülerken ağzındaki şeker kadar beyaz dişlerinin her birini gösteren, yanaklarını titretip hoplatan genç ve sağlıklı insanlar gibi öyle yüksek sesle kahkaha attı ki bu kahkaha iki kapı yandaki komşuyu, dipteki odada daldığı uykudan uyandırıp gözlerini fal gibi açtırır ve ona, “Hiç oldu mu bu şimdi?” dedirtirdi.
Bu gülüşten biraz hoşnutsuz olan Çiçikov:
“Bunda gülünecek ne var?” dedi.
Ama Nozdrev bütün gücüyle gülmeye devam ederken şöyle dedi:
“Of, acı bana yoksa gülmekten çatlayacağım vallahi!”
“Bunda komik bir şey yok. Ona söz verdim.” dedi Çiçikov.
“Onun yanına gidersen kesinlikle hoşnut kalmazsın. Çok pinti bir adamdır o! Senin karakterini bilirim ben, orada güzel bir şişe Bonbon bulacağını düşünüyorsan çok fena hayal kırıklığı yaşarsın. Dinle kardeşim; Sobakeviç’i boş ver, bize gidelim! Öyle bir balık var ki bende! Ponomarev yerlere kadar eğilerek ‘Bu balık yalnızca sizin için; bütün panayırı gezin, bunun gibisini bulamazsınız!’ demişti. Ne var ki o korkunç bir dolandırıcıdır. Onun gözlerine bakarak ‘Bizim tüccarla siz, ikiniz de dolandırıcısınız!’ dedim ben de. Sakalını sıvazlaya sıvazlaya güldü namussuz. Kuvşinnikov’la her gün dükkânında kahvaltı ederiz. Ah kardeşim, sana söylemeyi unuttum. Beni bırakmayacaksın biliyorum ama on bin ruble de versen neyi unuttuğumu söylemem.” dedi ve pencereye gidip bir elinde bıçak diğerinde ekmek kabuğuyla arabadan bir şeyler çıkardığı sırada hemencecik ucundan kesebilmenin mutluluğuna erdiği balık parçasını tutan adamına, “Hey, Porfiri! Yavru köpeği getir!” diye bağırdı. Sonra Çiçikov’a dönerek “Öyle güzel bir köpek ki!” diye devam etti. “Çalıntıdır, sahibi kendi isteğiyle vermedi. Hvostırev’le değiş tokuş ettiğim doru atı hatırlarsın ya, sahibine onu verdim…”
Ancak Çiçikov, ömründe ne doru atı ne de Hvostırev’i görmüştü. Bu sırada onlara doğru yaklaşan ihtiyar kadın:
“Efendim! Bir şeyler yemek istemez misiniz?” dedi.
“İstemem. Ah kardeşim, nasıl âlem yapmıştık ama! Bir kadeh votka getir bakalım. Neli votkan var?”
“Anasonlu.”
“Getir bakalım anasonluyu.” dedi Nozdrev.
“Bana da bir kadeh getir!” dedi sarışın olan.
“Tiyatroda bir aktris vardı ki köpoğlu, kanarya gibi şakıyordu! Yanımda oturan Kuvşinnikov, ‘İşte kardeşim! Çilek toplama zamanı geldi!’ dedi. Elli kadar baraka vardı sanıyorum. Fenardi23 dört saat boyunca değirmen gibi döndü durdu.”
Bu sırada ihtiyar kadının elinden hafifçe eğilerek getirdiği votka kadehini aldı. Elinde yavru köpekle Porfiri’nin içeri girdiğini görünce “Ah, getir onu buraya!” diye bağırdı. Porfiri tıpkı efendisi gibi vatkalı, kısa bir kaftan giymişti ama onunki biraz daha yağlıydı.
“Onu yere koy!” dedi.
Porfiri yavru köpeği yere bıraktı, o da dört bacağını açıp yeri kokladı.
Nozdrev, hayvanı sırtından tutup havaya kaldırarak:
“İşte yavru bu!” dedi. Yavru, oldukça acıklı bir şekilde uludu.
Nozdrev yavru köpeğin karnına özenle baktıktan sonra Porfiri’ye dönerek:
“Yalnız sana söylediğim şeyi yapmamışsın, köpeği taramamışsın.”
“Hayır, taradım.”
“Bu pireler ne o zaman?”
“Bilemem. Arabadan geçmiştir belki de.”
“Yalan söylüyorsun, yalan! Taramamışsın işte. Bence senin pirelerin de geçmiştir hayvana, aptal. Şuna bak Çiçikov! Kulaklarına bak, bir dokunsana kulaklarına.”
“Gerek yok, iyi bir cins köpek olduğu belli oluyor.” diye cevap verdi Çiçikov.
“Olsun canım, dokun bir kulaklarına!”
Çiçikov, sırf adamı memnun etmek için kulaklarını okşadıktan sonra:
“Evet, güzel bir köpek olacak.”
“Burnu