Николай Гоголь

Ölü Canlar


Скачать книгу

böyle?”

      “Tanrı’ya şükür sadece çamura bulandım, böğrümü kırmadığıma müteşekkir olmam gerek.”

      “Ah azizler aşkına! Ne korkunç! Sırtını ovmamı ister misin?”

      “Teşekkürler, teşekkürler. Hiç zahmet etmeyin, yalnızca hizmetli kızlara kıyafetlerimi yıkayıp kurutmasını buyurun yeter.”

      Ev sahibesi kapıdan içeri elinde mumla giren, az önce kuş tüyü şilteyi getirip, iki yanına eliyle vurup, odanın her tarafına kuş tüyü saçan kadına dönerek:

      “Duydun mu Fetinya? Kaftanını al, merhum efendinin kıyafetlerine yaptığımız gibi ateşin önünde kurut, sonra da çitileyip sopayla güzelce döv.”

      Fetinya kuş tüyü şiltenin üzerine çarşafı serip yastıkları yerleştirirken:

      “Emredersiniz hanımım!” dedi.

      “İşte, yatağınız hazır!” dedi ev sahibesi. “Hoşça kal beyim, iyi geceler. Başka bir şey lazım mı? Belki sen de geceleri topuklarını kaşıtmaya alışkınsındır. Benim merhum kaşıtmadan hiç uyuyamazdı.”

      Ama konuk, topuklarının kaşınmasını reddetti. Ev sahibesi dışarı çıkar çıkmaz hızlıca kıyafetlerini çıkardı, hem iç çamaşırlarını hem de üstündekileri Fetinya’ya verdi, o da Çiçikov’a iyi geceler dileyip bütün bu ıslak zırhı götürdü. Yalnız kalınca neredeyse tavana değen yatağına keyifle baktı. Görünen o ki Fetinya yatak sermede usta sayılırdı. Bir sandalyeye çıkıp yatağına tırmanınca yatak neredeyse yere kadar çöktü; ağırlığıyla yanlara itilen tüyler, bütün köşelerden uçuştu. Mumu söndürüp basma yorganına sarındı, yan tarafa döndüğü gibi de uykuya daldı. Ertesi gün oldukça geç bir saatte uyandı. Pencereden giren güneş ışıkları tam gözüne geliyordu; dün duvarlarda ve tavanda sakince uyuklayan sinekler, başına üşüşmüştü şimdi. Birisi dudaklarına, diğeri kulağına kondu; üçüncüyse tam da gözüne konmaya çalışıyordu. İhtiyatsız davranıp burun deliğine yakın bir yere konan bir diğer sineği Çiçikov, içine çekmiş; bu onun sertçe aksırıp tıksırmasına, sonra da uyanmasına neden olmuştu. Odaya şöyle bir göz gezdirince yalnızca kuş tablolarının asılı olmadığını fark etti. Aralarında Kutuzov’un ve Pavel Petroviç zamanındaki gibi dikilmiş kırmızı kol kapaklı üniforma giymiş ihtiyar bir adamın portresi vardı. Saat yine tısladı ve onu vurdu. Kapıda bir kadın yüzü belirdi, sonra hemen saklandı zira Çiçikov daha iyi uyuyabilmek için tamamen soyunmuştu. Gördüğü yüz, ona biraz tanıdık gelmişti sanki. Onun kim olabileceğini hatırlamaya çalıştı ve nihayet onun ev sahibesi olduğunu hatırladı. Gömleğini giydi, artık kuruyup temizlenen kıyafetleri yanında duruyordu. Üstünü giyinip aynaya yaklaştı ve tekrar öyle bir gürültüyle aksırıp tıksırdı ki o sırada pencerenin yanındaki hindi -pencere yere çok yakındı- o garip diliyle hızlıca bir şeyler söyledi ona, herhâlde “Çok yaşa!” demişti. Buna karşılık olarak Çiçikov ise ona “Aptal!” diye cevap verdi. Pencereye doğru gidip önündeki manzaraya baktı. Pencere doğrudan kümese bakıyordu sanki, en azından önündeki dar avlu, kuşlar ve türlü türlü kümes hayvanıyla doluydu. Sayısız hindi ve tavuk vardı; aralarında bir horoz, ibiğini hafifçe sallayarak ve sanki birisini dinliyormuş gibi başını yana eğerek mevzun adımlarla bir aşağı bir yukarı geziniyordu. Bir domuz ailesi de vardı orada, bir çöp yığınını eşelerken yolunun üstündeki bir civcivi de mideye indirdi ve hiç farkına varmadan karpuz kabuklarını her zamanki gibi silip süpürmeye devam etti. Bu küçük avlu ya da kümes tahta bir çitle kapatılmıştı; çitin ardında da içinde lahana, soğan, patates, pancar ve daha bunun gibi birçok çiftlik sebzelerinin ekili olduğu bir bostan uzanıyordu. Yer yer içinde elma ağaçlarının da olduğu meyve ağaçları dikilmişti, saksağanlardan ve bir yerden diğerine uçan bulutumsu serçe sürülerinden korumak için bir ağ ile örtülmüştü. Yine bu amaçla uzun sırıklar hâlinde, kollarını biçimsiz bir şekilde iki yana açmış korkuluklar dikilmişti; bunlardan birisi bizzat ev sahibesinin takkesini takmıştı. Bostanın ardından köylülerin her tarafa saçılmış, doğru düzgün bir sokak oluşturmayan kulübeleri geliyordu ama Çiçikov’a göre buranın sakinleri refah içindelerdi zira her bir evin harap olmuş tahta çatıları yenisiyle değiştirilmişti; yamuk hiçbir kapı yoktu, köylülerin üstü örtülü ambarlarına baktığındaysa bazı yerlerde bir bazı yerlerde iki tane, neredeyse yeni yük arabasının durduğunu fark etti. “Bu köy hiç de küçük değilmiş.” dedi ve en kısa zamanda ev hanımıyla tanışıp muhabbet etmek istedi. Ev sahibesinin başını uzattığı kapının aralığına bir göz attı ve onun çay masasının başında oturduğunu görünce neşeli ve sevecen bir şekilde yanına gitti.

      Yerinden biraz doğrulan ev sahibesi:

      “Merhaba beyim. İyi uyudunuz mu?” dedi. Düne nazaran çok daha güzel giyinmişti. Üzerinde siyah bir elbise vardı, başında artık gecelik takkesi yoktu ama boynunda yine aynı atkı sarılıydı.

      Çiçikov koltuğa yerleşirken:

      “İyi uyudum, iyi.” dedi. “Siz nasılsınız anneciğim?”

      “Kötüyüm babacığım.”

      “Neden?”

      “Uykusuzluktan. Belimin her tarafı ağrıyor, bacağımın da şu yukarısı öyle sızlıyor ki.”

      “Geçer anneciğim, geçer. Görünürde bir şey yok.”

      “Tanrı verse de geçse. Domuz yağı sürdüm, terementi de sürdüm. Çayınızı neyle içersiniz? Sürahide meyve suyu var.”

      “Ekmek ve meyve suyu iyi olur anneciğim.”

      Sanıyorum ki artık okuyucu, Çiçikov’un sevecen görünmesine rağmen Manilovlarla olduğundan çok daha rahat ve içli dışlı bir şekilde konuştuğunu fark etmiştir.

      Bizim Rus topraklarındaki insanlar, yabancılara başka bir konuda yetişemeseler de davranış becerisinde Rusların onların çok daha ilerisinde olduğunu söylemem gerekir. Diğer insanlara davranış şeklimizin bütün ayrıntılarını ve inceliklerini saymak mümkün değildir. Fransızlar ya da Almanlar tüm bu özelliklerimizi ya da aralarındaki ayrımı asırlardır anlayamamışlardır. Hem milyonerlerle hem de küçük bir tütün tüccarıyla, ilkine içten içe yalakalık yapsalar da aynı dil ve ses tonuyla konuşurlar. Bizde böyle değildir: Bizimkiler öyle akıllıdır ki üç yüz canı olan toprak beyine nazaran, iki yüz canı olanla tamamen farklı konuşurlar, yine aynı şekilde beş yüz canı olan toprak beyiyle konuşması sekiz yüz canı olanından da farklıdır; kısacası bu sayı milyona ulaşana kadar ses tonu gitgide değişir. Örneğin bir kalem odası düşünelim ama burada değil, Kafdağı’nın ardındaki bir devlette; bu kalem odasında da bir müdür olduğunu düşünelim. Emrindeki çalışanlarının arasında otururkenki hâline bakalım isterim: Korkudan tek bir kelime bile edemezler! Yüzünden ne okunmaz ki: Hem gurur hem soyluluk! Kap eline fırçayı çiz, al sana Prometheus! Kartal bakışlıdır, sarsılmaz, mevzun bir şekilde yürür. Bu aynı kartal odadan çıkar çıkmaz koltuk altına sıkıştırdığı belgelerle keklik gibi aceleyle kendi müdürünün odasına gider. İnsanların arasında, örneğin bir davette eğer kendisinden daha yüksek rütbeli kimse yoksa Prometheus yine aynı Prometheus’tur ama ondan yüksek rütbeli birisi varsa Prometheus öyle bir başkalaşım geçirir ki böylesi Ovidius’un bile aklına gelmez. Bir sineğe, hatta sinekten bile daha küçük bir şeye, bir kum taneciğine dönüşür! Onu görseniz “Hayır, bu İvan Petroviç değil.” dersiniz. “İvan Petroviç daha uzun boyluydu; bu adamsa kısa boylu, incecik bir şey. Derin, güçlü bir sesle konuşur, hiç gülümsemezdi ama bu da nedir böyle? Kuş gibi ötüşüp durmadan gülüyor!” İyice yaklaşınca görürsünüz ki bu gerçekten de İvan