Николай Гоголь

Ölü Canlar


Скачать книгу

elçi olmak ister misin?” diye lafına devam etti.

      Femistoklius bir yandan ağzındaki ekmeği çiğneyip bir yandan da başını sağa sola sallarken:

      “İsterim.” diye cevap verdi.

      Bu sırada daha geride duran uşak, geleceğin elçisinin burnunu sildi ve çok da iyi yaptı yoksa bizim elçinin sümük damlaları çorbasına karışıp gidecekti. Masada huzurlu bir hayatın zevkinden konu açıldı, ev sahibesinin şehir tiyatroları ve oyuncularıyla alakalı düşünceleri yarıda kesildi. Öğretmen konuşanları oldukça dikkatli bir şekilde izliyor, güleceklerini anladığı anda ağzını açıp gülmeye gayret ediyordu. Öğretmen büyük ihtimalle kıymet bilen bir insandı ve iyi davranışlarından ötürü ev sahibine borcunu böyle ödemek istiyordu. Ne var ki bir keresinde yüzü pek sert bir hâl aldı ve karşısındaki çocuklara bakarak masaya sertçe vurdu. Tam da yerinde bir davranıştı çünkü Femistoklius, Alkid’in kulağını ısırıyordu. Alkid ise gözleri kapalı, ağzı açık bir şekilde en perişan hâliyle katıla katıla ağlamaya hazırdı ki ağlamasının onu yemekten kolayca mahrum bırakabileceğini hissedip ağzını önceki şekline getirdi ve gözlerinde yaşlarla, iki yanağını da yağ içinde bırakan koyun kemiğini kemirmeye başladı. Ev sahibesi sık sık Çiçikov’a: “Hiçbir şey yemiyorsunuz, neredeyse tek lokma almadınız.” diyordu. Buna karşılık Çiçikov her seferinde: “Çok teşekkürler ancak doydum, hoş bir sohbet herhangi bir yemekten çok daha güzeldir.” diye cevap veriyordu.

      Artık masadan kalkmışlardı. Manilov pek bir hoşnuttu, misafirinin sırtına elini koymuş, böylelikle onu misafir odasına götürmeye hazırlanıyordu ki Çiçikov birden oldukça ciddi bir tavırla, onunla çok önemli bir konuyu konuşmak istediğini söyledi.

      “Öyleyse izninizle çalışma odama geçelim.” dedi Manilov ve onu, mavileşmiş ormana açılan pencerelerle donatılmış küçük odasına götürdü. “İşte benim köşem.”

      Çiçikov etrafa göz gezdirerek:

      “Hoş bir oda.” dedi.

      Oda gerçekten de çok hoştu. Duvarlar grimsi mavi bir boyayla boyanmıştı; dört sandalye, bir koltuk ve üzerinde daha önce de bahsettiğimiz üzere sayfasına işaret konmuş kitapların, karalanmış birkaç kâğıdın ve en çok da tütünün olduğu masa vardı. Tütün her tarafa yayılmıştı. Kâğıt paketlerin, tütün kutusunun içinde olduğu gibi masanın üstüne de dökülen bir yığın tütün vardı. Her iki pencerenin önü de oldukça düzgün bir şekilde ve özenle dökülmüş pipo külüyle doluydu. Ev sahibinin zamanını böyle geçirdiği belliydi.

      “Buyurun, şu koltuklara oturun.” dedi Manilov. “Daha rahat edersiniz.”

      “İzin verirseniz sandalyeye oturayım.”

      Manilov tebessümle:

      “İzninizle ısrar edeceğim. Bu koltuğumu, misafirlere tahsis ettim. İsteseniz de istemeseniz de oraya oturmanız gerek.”

      Çiçikov oturdu.

      “Size pipo ikram edeyim.”

      Çiçikov güler yüzle, hüzünlüymüş gibi görünerek:

      “Hayır, içmiyorum.” diye cevapladı.

      Manilov aynı güler yüzlülük ve hüzünle:

      “Neden?” dedi.

      “Alışkın değilim, korkuyorum. Hasta ediyor derler.”

      “İzin verirseniz bunun bir ön yargıdan ibaret olduğunu söylemeliyim. Hatta pipo içmenin enfiye çekmekten daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Bizim askerdeki alayda çok iyi, oldukça tahsilli bir teğmen vardı. Masa başında hatta müsaadenizle söylüyorum özel yerlerde bile piposunu ağzından hiç düşürmezdi. İşte o, kırk yaşını geçmesine rağmen Tanrı’ya şükür şimdiye kadar daha sağlıklı olamazdı.”

      Çiçikov, doğada engin akıllar için bile açıklanamaz, bunun gibi birçok şeyin gerçekten de var olduğunu söyledi.

      Çiçikov garip ya da neredeyse garip bir ses tonuyla:

      “Ama önce şunu sormama izin verin…” dedi ve ardından nedendir bilinmez arkasına bakıp durdu. Manilov da aynı şekilde bakıyordu. “Sayım kâğıdını9 ne kadar zaman önce gönderdiniz?”

      “Uzun süre geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse hatırlamıyorum.”

      “O zamandan bu yana kaç köylünüz öldü?”

      “Bilmemin imkânı yok. Bunu sanıyorum kâhyaya sormak gerek. Hey, buraya bak! Kâhyayı çağır, bugün burada olması lazım.”

      Kâhya geldi. Henüz kırk yaşına varmamış, yüzü tıraşlı, üzerinde redingotu olan, yüzündeki tombulluğa bakılırsa çok huzurlu bir yaşam sürüyor gibi görünen bir adamdı. Derisinin sarımsı rengi ve küçük gözleri kuş tüyünden yatağın ne demek olduğunu çok iyi bildiğini gösteriyordu. Onu görür görmez efendisinin diğer bütün kâhyaları gibi yaşadığı anlaşılıyordu. Önceleri yalnızca evdeki okuma yazma öğrenme çağında olan bir çocuktu, sonra efendinin gözdesi olan oda hizmetçisi Agaşka’yla evlenmiş, kendisi önce hizmetçi sonra da kâhya olmuştu. Kâhya olduktan sonra ise diğer tüm kâhyalar gibi davranmıştı. Köydeki varlıklı insanlarla zamanını geçirmiş, yoksulların sırtına daha fazla yük bindirmiş, sabah saat dokuzda uyanıp semaveri bekleyip çay içmişti.

      “Şimdi beni dinle dostum! Sayım yapıldığından bu yana kaç köylümüz öldü?”

      Kâhya bir yandan hıçkırıp bir yandan da eliyle ağzını bir kalkan gibi kapatarak:

      “Kaç kişi mi? O zamandan bu yana çok köylü öldü.” dedi.

      “Evet, itiraf edeyim ben de öyle düşünmüştüm.” diye atıldı Manilov. “Evet, çok fazla köylü öldü!” Çiçikov’a dönüp “Gerçekten çok fazla.” diye ekledi.

      “Peki, bir sayı vermeniz gerekirse ne derdiniz?” diye sordu Çiçikov.

      “Evet, kaç kişi?” diye atıldı Manilov.

      “Kaç kişi diyebiliriz? Kaç kişinin öldüğü belli değil, hiç kimse saymadı ki!”

      Manilov, Çiçikov’a dönerek:

      “Evet, öyle. Ben de çok kişinin öldüğünü düşünmüştüm ama kaç kişinin öldüğü hiç belli değil.”

      “Siz sayın lütfen, sonra da hepsinin tam bir listesini çıkarın.” dedi Çiçikov.

      “Evet, tam bir liste olsun.” dedi Manilov.

      Kâhya, “Başüstüne!” dedi ve oradan uzaklaştı.

      Kâhya uzaklaşırken Manilov:

      “Bu liste size neden lazım?” diye sordu.

      Bu soru Çiçikov’u biraz zorlamış gibi görünüyordu, yüzünde gergin bir ifade belirmişti, hatta kızarmıştı bile. Söylemek istediklerini kelimelerle rahatça ifade edemeyecek olmasından kaynaklanan bir gerginlikti bu. Aslında Manilov daha önce hiç işitmediği böyle garip ve alışılmadık şeyleri sonunda duymuştu.

      “Neden diye sormuştunuz sanırım. Şöyle ki köylüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov, duraksadı ve cümlesinin devamını getiremedi.

      “Yalnız izin verin size şunu sorayım: Toprak köylüsü mü yoksa topraksız köylü mü satın almak istiyorsunuz?”

      “Hayır, benim istediğim öyle köylüler değil. Ölüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov.

      “Nasıl? Affedersiniz…