Şeyh Sadi Şirazi

Gülistan


Скачать книгу

bir hocası (defterdarı) vardı. Ahlakı güzel, değerli bir zat idi. Herkese tevazu ile hürmet ederdi. Kimseyi arkasından çekiştirmezdi.

      Nasılsa bir hâli padişahın hoşuna gitmedi. Tekmil malını müsadere ettirdi. Kendisini de hapse atıp işkence edilmesini emretti.

      Ona işkenceye memur olan çavuşlar vaktiyle ondan iyilikler gördükleri, teşekküre borçlu oldukları için kendisine eziyet, işkenceler değil; iyi muamele eder ve zorlamayı, itap etmeyi reva görmezlerdi.

      Düşman ile sulh hâlinde bulunmak istersen o seni arkadan zemmettikçe sen onu yüzüne karşı takdir, tahsin et.

      Fena dilli bir kimsenin sözü nihayet onun ağzından çıkar. Acı söz istemezsen onun ağzını tatlı yapmaya çalış.

      Padişahın fermanı mucibince birçok işkenceye maruz olduktan sonra cezasının kalan kısmını da zindanda geçiriyordu.

      O taraflardaki padişahlardan birisi o hoca hakkında mahremi bulunan bir kimseye mektup gönderdi. Mektubunda şöyle diyordu: “Oranın padişahı böyle büyük bir zatın kadrini bilmedi, ona hürmetsizlikte bulundu. Bu bize ağır geldi. Eğer hoca hazretleri (Tanrı onun sonunu hayretsin) bizim tarafa iltifat buyuracak olursa hatırına son derece riayet edilecektir ve bu memleketin büyükleri onu görmeye muhtaçtırlar. Mektubun cevabını muntazırız.”

      Mektup gizlice hocaya verildi; hoca mektuba vâkıf olunca işin sonundaki vehameti düşündü. Münasip gördüğü veçhile kısa ve ele geçtiği zaman töhmeti mucip olmayacak bir cevap yazıp gönderdi.

      Zevzen padişahının adamlarından birisi bu işi öğrendi; padişaha bildirdi ve “Hapsettirmiş olduğunuz filanca, etraftaki padişahlar ile mektuplaşıyor.” dedi.

      Padişah kızdı ve bu işin meydana çıkarılması için emir verdi.

      Mektup götüren kimseyi tuttular, mektubu okudular. Yazmış ki: “Büyüklerin hakkımdaki hüsnüzanları değerimden çok fazladır. O tarafa gidersem hüsnükabul ile şeref bulacağım yazılmış. Bunu kabul etmeye imkân yoktur; çünkü bu hanedanın nimetiyle beslenmişim. Azıcık infialden dolayı velinimete vefasızlık edemem.”

      Hükema demiş ki: “Senin hakkında her zaman kerim olan bir kimse eğer ömründe bir kere sitem ederse mazur gör.”

      Hocanın hakşinaslığını padişah beğendi, onu affetti; hilat giydirdi, paralar verdi ve “Hata ettim, senin gibi bigünahı incittim.” diye özür diledi.

      Hoca şöyle dedi: “Padişahım, kulunuz da bu işte bir hata görmüyorum. Belki başıma böyle nahoş bir iş gelmesi takdiri ilahîde varmış. O işin sizin elinizde vukua gelmesi pek iyi oldu; çünkü üzerimde çok nimetiniz, lütfunuz, ihsanınız vardır, size minnettarım.”

      Eğer halktan bir zarar erişirse incinme; çünkü halktan ne rahat erişir ne de mihnet erişir.

      Düşmanın düşmanlığını, dostun dostluğunu Allah’tan bil; çünkü her ikisinin de kalbi Cenabıhakk’ın yed-i tasarrufundadır.

      Atılan ok yaydan geçer; fakat akıllı insan oku yaydan bilmez; yayı tutan insandan bilir.

Hikâye

      Arap meliklerinden birisi mukarreplerine der ki: “Filancanın aylığı her kaç ise iki kat yapınız; zira saraya devam ediyor ve fermana fevkalade riayetkârdır. Diğer hizmetkârlar ise eğlence ve oyun ile meşgul oluyor ve hizmette tembellik, gevşeklik gösteriyorlar.

      Ariflerden bir zat bunu işitti ve coşup vecde geldi.

      Sebebini sordular:

      “Cenabıhakk’ın dergâhında kullanılan derecelerin artması da böyledir.” dedi.

      Bir kimse padişahın hizmetine iki sabah devam ederse, üçüncüsünde padişah ona lütuf ile bakar.

      İhlas ile ibadet edenler de Cenabıhakk’ın âsitânından elbette meyus dönmezler.

      Büyüklük buyruk kabul etmektedir. Buyruk tutmamak mahrumluğun delilidir. Kimde doğruların siması varsa eşikten ayrılmaz hizmet eder.

      Bir zalimi hikâye ederler ki fakirlerin odunlarını zulüm ile alır ve zenginlere cebren verirmiş.

      Ariflerden bir zat o zalime tesadüf edip şöyle demiş:

      “Sen bir yılansın, ki kimi görsen sokarsın, yahut baykuşsun, ki nerede otursan viran edersin.

      Senin gücün bize yeterse gaybı bilen Cenabıhakk’a yetmez. Yer ehline cebretme ta ki göğe beddua akmasın.”

      Zalim bu sözden incinmiş, suratını asmış. Ona iltifat etmemiş, böbürlenmiş.

      Aradan çok geçmeden, bir gece o zalimin odun ambarı yanmış. Yalnız odunları değil konağı, nesi var nesi yok hepsi de yanmış. Zalim yumuşak döşekten kızgın külün üzerine düşmüş.

      Tesadüfi olarak evvelce ona nasihat eden zat oradan geçerken ona rastlamış. Bakmış ki ahbaplarını, hempalarını toplamış onlarla hasbihâl ederek: “Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma nereden sıçradı.” diyormuş.

      O zat: “Fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin dumanından.” demiş.

      Yaralı gönüllerin tütününden sakın, çünkü gönül yarası nihayet tesir eder; elinden geldiği kadar bir gönlü perişan etmemeye çalış, çünkü bir ah cihanı altüst eder.

      Keyhüsrev’in tacında şu kıtanın mazmunu yazılıydı:

      “Nice yıllar, nice uzun ömürler halk, yeryüzünde başımızı çiğneyerek gelip geçecektir. Saltanat denilen şey elden ele bize kadar geldiği gibi böylece bizden sonra başkalarının ellerine de geçecektir.”

Hikâye

      Birisi pehlivanlıkta birincilik kazanmıştı.

      Bu ilimde 360 ağır oyun bilir ve her gün birisiyle güreş tutardı. Birçok şakirtler vardı. İçlerinden birisini gönlü sevdi, ona 359 oyun öğretti, geriye kalan bir oyun için şakirdi: “Usta onu da öğretsene.” dedikçe ustası, “Peki, peki” diye onu atlatırdı. Çocuk sanatta, kuvvette son dereceyi buldu, karşısına kimse çıkamaz, zoruna kimse dayanamazdı.

      Nihayet o dereceyi buldu ki bir gün padişahın huzurunda: “Ustam büyüğümdür, üzerimde hakkı var. Bu iki noktadan dolayı fazileti haizdir. Benden üstündür, yoksa kuvvette ondan aşağı değilim, sanatta da ona müsaviyim.” dedi.

      Çocuğun bu terbiyesizliği padişahın hoşuna gitmedi. “Ustan ile güreşmelisin.” emrini verdi.

      Geniş bir meydan tayin ettiler. Devlet erkânı, saltanat ayanı, meşhur pehlivanlar oraya toplandılar.

      Çocuk meydana bir sarhoş fil gibi geldi. Öyle bir dehşetle geldi ki eğer karşısındaki demir dağ olsaydı yerinden koparırdı. Ustası anladı ki genç çırak kuvvetçe ondan üstündür; ondan saklamış, ona öğretmemiş olduğu oyun ile ona sarıldı. Çocuk bunu bilmiyordu. Nihayet usta onu iki eliyle kaldırdı, başından yukarıya götürdü ve yere vurdu.

      Orada mevcut insanlardan bir gürültüdür koptu.

      Padişah emretti, ustaya bir hilat giydirdiler, bahşişler verdiler; çocuğu ise azarladı, kınadı: “Seni yetiştiren ustana vefasızlık ettin. Onu yenmeye kalkıştın, onu da başaramadın.” dedi.

      Çocuk: “Padişahım, ustam beni zor ile kuvvet ile yıkmadı, belki benden esirgemiş olduğu bir oyun ile yıktı.” dedi.

      Ustası cevap verdi: “Evet o oyunu böyle bir gün için saklıyordum. Hükema demiş ki: Dostuna o kadar kuvvet verme ki sana düşman olacak olursa seni mağlup edemesin.”

      Büyüğü ile mücadeleye kalkışan küçük öyle yere serilir ki bir daha kalkamaz.

      Kendi beslediği kimseden cefa gören