bağırdım. (Bu düşüncelerin şaşırtıcı kesişmesiydi: Benim yürüyüşe çıkmadan önce kaydettiklerimi neredeyse benim sözcüklerimin aynısıyla açıkladı.) “Köprü kurulabilir. Çünkü anlıyorsunuz ya, düşünceler bile aynıdır. Bunun sebebi hiç kimse ‘birey’ olmadığı, ‘onlardan biri’ olduğu içindir. Biz birbirimizin o kadar aynısıyız ki…”
“Emin misiniz?” dedi.
X’in sivri uçları gibi uçları sivri bir açıyla şakaklarına doğru kalkık duran kaşlarını gördüm. Sonra nedense yine mahcup oldum. Bir sağa, bir sola baktım ve…
Sağımda kırbaç gibi ince, keskin, esnek I-330 (Numarasını şimdi görüyorum.) duruyordu. Solumda bileklerindeki çocuk boğumlarıyla çevredeki herkesten tamamen farklı olan O; dörtlü sıramızın en ucunda ise benim tanımadığım, sanki S harfi gibi ikiye bükülmüş erkek bir numara vardı. Hepimiz farklıydık…
Görünüşe göre sağımdaki I-330 benim şaşkın bakışlarımı yakalamıştı, içini çekti ve “Evet… Çok yazık!” dedi.
Aslında bu “çok yazık” tam yerinde kullanılmıştı. Ancak yüzünde ve sesinde yine bir şey vardı…
Ben, benim için hiç normal olmayan bir sertlikle “Çok yazık denecek bir şey yok. Bilim ilerliyor, şimdi değilse bile elli yıl sonra, yüzyıl sonra…”
“Hatta herkesin burnu bile mi?..”
“Evet, burunlar da aynı olacak!” (Artık neredeyse bağırıyordum.) “Kıskançlık etmek için bir neden varsa ne olduğu önemli değil. Mesela ben düğme burunluyum ama diğerinin burnu ise…”
“Ancak sizin burnunuz, belki de eskiden dendiği gibi ‘klasik’ bile olabilir. Ama işte elleriniz… Hayır, hayır lütfen gösterin, ellerinizi gösterin!”
Ellerime bakılmasına katlanamıyorum, her yeri karışık kıllar içindeler ve kabalar; bir tür saçma kalıtım. Ellerimi uzattım ve olabildiğince yabancı bir sesle “Maymun ellerine benziyor.” dedim.
Önce ellerime, sonra yüzüme baktı.
“Evet bu oldukça ilginç bir kombinasyon.” dedi. Beni sanki bir tartıyla ölçer gibi gözleriyle taradı, kaşlarının köşelerindeki sivri uçlar bir kez daha görünüp kayboldu.
“O, benim üzerime kayıtlı.” dedi O-90, sevinçli sevinçli pembe ağzını açarak.
Sussaydı daha iyi olurdu, bunu söylemesinin kesinlikle hiçbir anlamı yoktu. Aslında sevgili O… Nasıl söylenir… Onun dilinin hızı yanlış hesaplanmış; dilin saniyedeki hızı, her zaman düşüncenin saniyedeki hızından biraz daha yavaş olmalıdır, bunu tersi kesinlikle olmamalıdır.
Bulvarın sonunda, Akülü Kule’nin çanı gürültülü bir şekilde 17.00’yi vurdu. Kişisel saat sona ermişti.
I-330, S şeklindeki erkek numarayla uzaklaştı. Adamın saygı uyandıran bir hâli vardı ve şu an fark ediyorum da yüzü sanki tanıdık gibiydi. Onunla şimdi hatırlamadığım bir yerlerde karşılaşmıştım.
I-330 vedalaşırken yine X şeklinde bana hafifçe gülümsedi:
“Yarından sonra 112 numaralı konferans salonuna gelin.”
Omuzlarımı silktim:
“Eğer özellikle o söylediğiniz salonda nöbetim olacaksa…”
Anlaşılmaz bir öz güvenle “Olacak.” dedi.
Bu kadın, üzerimde bölünmeyen irrasyonel sayılar denklemine tesadüfen sızmış gibi nahoş bir etki bırakmıştı. Ve ben, kısa süreliğine de olsa sevgili O ile baş başa kaldığım için sevinmiştim.
Onunla bulvarın dört caddesi boyunca el ele yürüdük. Köşede, onun sağa, benimse sola dönmem gerekiyordu.
O: “Bugün sana gelmeyi ve perdeleri kapamayı öyle çok isterdim ki… Özellikle bugün, şimdi…” dedi ve yuvarlak, kristalimsi mavi gözlerini ürkekçe kaldırıp bana baktı.
Komik. Ona ne diyebilirim ki? Daha dün bendeydi ve en yakın Seks Günü’müzün yarından sonra olduğunu en az benim kadar iyi biliyordu. Onun bu “aceleci düşünceleri”, motorun (bazen zararlı olan) erken ateşlemesiyle aynıydı.
Ayrılırken onun mucizevi, tek bir bulutla bile bozulmamış mavi gözlerini iki defa, hayır tam söyleyeyim, üç defa öptüm.
3. KAYIT
Dün yazdığım her şeyi gözden geçirdim ve yeterince açık yazmadığımı fark ettim. Daha doğrusu her şey bizim içimizden biri için yeterince açıktı. Ancak belki de sizler, İNTEGRAL’in yazılarımı taşıyacağı meçhul kişiler, siz uygarlığın büyük kitabında ancak atalarımızın 900 yıl önce okudukları bu sayfaya kadar gelebildiniz. Belki de sizler; daha Saat Cetveli, Kişisel Saat, Annelik Oranı, Yeşil Duvar ve Hayırsever gibi temel kavramları bile bilmiyorsunuz. Tüm bunlardan bahsetmek benim için hem komik hem de zor. Tüm bunlar, bir yazarın diyelim ki bir XX. yüzyıl yazarının kendi romanında “ceket”, “apartman dairesi”, “eş” gibi kelimeleri açıklamasıyla aynı şey. Bununla birlikte, eğer yazarın romanı ilkel insanlar için çevrilmişse “ceket” kelimesi hakkında bir not düşmeden geçmek mantıklı olur mu? Eminim ki ilkel insanlar “cekete” bakar ve şöyle düşünürdü: “Bu ne işe yarar ki? Sadece yük.” Bana öyle geliyor ki size İki Yüzyıl Savaşı’ndan beri içimizden kimsenin Yeşil Duvar’ın ardına geçmediğini söylediğimde siz de aynen bu şekilde bakacaksınız.
Ancak değerli dostlarım, biraz düşünmek lazım, bu bize yardımcı oluyor. Ne de olsa bütün insanlık tarihi, bildiğimiz kadarıyla konargöçer yaşamdan yerleşik yaşama geçiş tarihidir. Sahiden, buradan bu yerleşik yaşam tarzıyla (bizimki) birlikte her şeyin en mükemmel noktasına (bizimki) ulaşıldığı sonucuna varmak gerekmiyor mu? Eğer insanlar dünyanın bir ucundan öbür ucuna dört döndülerse bu ancak ulusların, savaşların, ticaretin ve farklı Amerikaların keşfinin yapıldığı tarih öncesi zamanda yaşanmıştır. Ancak şimdi kimin buna ihtiyacı var?
Ben bu yerleşik düzene ulaşmanın emek isteyen ve uzun zaman alan bir iş olduğunu düşünüyorum. İki Yüzyıl Savaşı zamanında bütün yollar harap olmuştu ve üstlerinde otlar yeşermişti. İlk zamanlar birbirinden sık ormanlarla ayrılmış şehirlerde yaşamak oldukça rahatsızlık vericiydi. Ama bundan ne çıkar? İnsanoğlu, kuyruğunu ilk kaybettiği zamanlarda, muhtemelen onun yardımı olmadan sinekleri kovmayı bir anda öğrenememiştir. Şüphesiz kuyruğunu özlemiştir. Ancak şimdi kendinizi bir kuyrukla hayal edebiliyor musunuz? Veya kendinizi sokaklarda “ceketsiz”, çıplak hayal edebiliyor musunuz (Belki de şu an bile “ceket”le dolaşıyorsunuz.)? İşte burada da aynı durum söz konusu: Etrafı Yeşil Duvar’la çevrelenmemiş bir şehir ve Cetvel’in sayısal ayin kaftanını kuşanmamış bir hayat hayal edemiyorum.
Cetvel… Şimdi onun altın zeminindeki erguvani sayıları odamın duvarından sert ve sevecen bir şekilde gözlerimin içine bakıyorlar. Gayriihtiyari eskilerin “ikon” dediği şeyi düşünüyorum, şiirler veya dualar (ikisi de aynı şey) yazmak istiyorum. Ah, Tek Devlet’in kalbi ve nabzı olan Cetvel, neden seni, sana layık bir şekilde yüceltecek şiirleri yazma kudretinde bir şair değilim ki?
Biz hepimiz (ve belki siz de) bize kadar ulaşan kadim edebiyat eserlerinin en büyüğü olan “Demir Yollarının Çizelgesi” adlı yapıtı henüz çocukken ilkokulda okuduk. Ancak bu eseri bile Cetvel ile yan yana koyarsanız grafit ile elması yan yana koymuş olursunuz: İkisinin de içeriğinde C, yani karbon var. Ancak elmas nasıl ebedî, nasıl duru ve nasıl da parlaktır. “Çizelge”nin