oturan sola, bana döndü ve kıkırdadı. Nedense gayet net hatırlıyorum: Adamın dudaklarında mikroskobik bir tükürük baloncuğunun oluşup patladığını gördüm. Bu baloncuk beni kendime getirdi. Ben, yine benim.
Herkes gibi ben de sadece piyano tuşlarının saçma, telaşlı takırtılarını dinledim. Güldüm. Her şey daha kolay ve basit hâle geldi. Yetenekli fonolektör bize yabani çağı canlı canlı göstermişti. İşte her şey bu kadardı.
Ardından bizim günümüz müziğimizi büyük bir zevkle dinledim. (Aradaki farkı göstermek için en sonda çalınmıştı.) Durmadan birleşip ayrılan sonsuz dizilerin kristal, kromatik basamakları; Taylor ve Maclaurin’in toplayıcı uyum formülleri, Pisagor’un donu gibi tek tip, karesel temposu; dalgalanıp sönen hareketlerin hüzünlü melodisi; Frauenhofer çizgileriyle araları değişen canlı ritimler, evrenin tayf analizi… Nasıl bir yücelik! Nasıl bir sarsılmaz kurallar düzeni! Eskilerin yabani fanteziler dışında hiçbir şeyle sınırlandırılmamış, başına buyruk müziği ise ne kadar da zavallı…
Herkes, her zaman olduğu gibi dört kişiden oluşan düzgün sıralar hâlinde geniş kapılardan salonu terk etti. İkiye bükülmüş tanıdık bir figür bir an için önümde belirdi, onu saygıyla selamladım.
Bir saat sonra sevgili O’nun gelmesi gerekiyordu. Kendimi hoş ve yararlı bir şekilde heyecanlı hissettim. Eve varınca doğrudan büroya gittim, nöbetçinin eline pembe biletimi tutuşturdum ve perdeleri indirme hakkımı gösteren belgeyi aldım. Bu hak sadece seks günleri içindir. Yoksa bizler kendi içimizde; sanki pırıl pırıl havadan örülmüş, ebedî ışıkla yıkanmış şeffaf duvarlar ardında göz önünde yaşarız. Birbirimizden saklayacak hiçbir şeyimiz yoktur. Koruyucuların zor ve yüce emekleri bu durumu kolaylaştırır. Aksi takdirde meydana gelebilecek olayların sayısı az mı olurdu? Eskilerin o acınası hücre psikolojisini, özellikle bu şeffaflıktan uzak, garip konutlar yaratmış olabilir. “Benim (Alıntılıyorum!) evim, benim kalemdir.” bu sözü söylemek için ne çok düşünmek gerekmiştir ama!
Saat 22.00’de perdeleri indirdim ve aynı dakikada nefesi biraz kesilen O içeri girdi. Bana pembecik dudaklarını ve pembe biletini uzattı. Bileti koparıp attım ancak kendimi 22.15’in en son anına kadar O’nun pembe dudaklarından koparamadım.
Daha sonra ona “notlarımı” gösterdim ve -bence gayet iyi bir şekilde- karenin, küpün ve düz çizginin güzelliğinden bahsettim. Beni öyle büyüleyici bir pembelikle dinledi ki birden mavi gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ve ikincisi, ve üçüncüsü… Tam o sırada açık olan sayfanın (7. sayfa) üstüne. Mürekkep dağıldı. İşte yeniden yazmak gerekecekti.
“Sevgili D, keşke siz sadece, keşke…”
Ee, bu “keşke” de ne? “Keşke” ne? Yine onun eski şarkısı: Çocuk. Veya belki de bu… Şey hakkında… Neyin hakkındaydı? Yeni bir şey… Güya… Neyse bu bayağı saçma olurdu.
5. KAYIT
Yine yanlış oldu. Benim meçhul okurlarım, yine sizinle beraberim ve sizinle konuşuyorum, sanki şeymişsiniz… Neyse, diyelim ki benim şair, zenci dudaklı eski dostum R-13 imişsiniz gibi konuşuyorum; bu arada evet herkes onu tanır. Oysaki siz Ay’da, Venüs’te, Mars’ta, Merkür’de olabilirsiniz, sizin kim ve nerede olduğunuzu kim bilir?
Bir kare hayal edin, canlı ve muhteşem bir kare. Karenin, kendisini ve yaşamını anlattığını farz edin. Aklına dört eşit açısının olduğunu söylemek her şeyden sonra gelir çünkü bu onun için o kadar sıradan ve doğaldır ki kare bunun farkına bile varmaz. İşte ben de sürekli bu karenin durumundayım. En azından şu pembe biletler ve onlarla ilgili her şey, benim için dört eşit açı meselesinin aynısı; ama tabii sizin için Newton’un binom teoreminden daha karışık olabilir.
İşte böyle. Eski bilgelerden biri nasıl olduysa -ki anlaşılan tesadüfen- akıllıca bir laf söylemiş: “Sevgi ve açlık dünyaya hükmediyor.” Dolayısıyla dünyaya hükmetmek için önce dünyanın hâkimlerine hükmetmek gerekir. Bizim atalarımız sonunda çok büyük bir bedel ödeyerek açlığa hükmettiler; şehirlerle köyler arasında gerçekleşen Büyük İki Yüzyıl Savaşı’ndan söz ediyorum. Boş dinî inançlarından olsa gerek, ilkel Hristiyanlar kendileri için ısrarla “ekmek”4 sıkı sıkı yapışmışlar. Fakat Tek Devlet’in kuruluşundan 35 yıl önce bizim şimdi yediğimiz petrol bazlı gıdamız icat edildi. Doğru, yerküre nüfusunun sadece 0,2’si hayatta kaldı. Ama buna karşılık binlerce yıllık kirden arınan dünyanın yüzeyi nasıl da parlak bir hâle geldi. Ve yine buna karşılık bu sıfır virgül onda iki Tek Devlet’in saraylarında saadeti tattılar.
Ancak neşe ve kıskançlığın, mutluluk adı verilen kesrin pay ve paydası olduğu açık değil mi? Yaşamımızda kıskançlık için herhangi bir sebep kaldıysa İki Yüzyıl Savaşı’nda verilen sayısız kurbanın ne anlamı var? Aslında kıskançlık için sebep kaldı çünkü hâlâ düğme burunlar ve klasik burunlar kaldı… Çünkü herkesin sevgisini kazanmak istediği ve kimsenin sevgisini istemediği kişiler var.
Tek Devlet, açlığı hâkimiyeti altına alınca (Bu cebirsel olarak maddi refahın toplamıdır.) doğal olarak dünyanın diğer hâkimine, sevgiye karşı da saldırıya geçti. Sonunda bu felaket de mağlup edildi, daha doğrusu düzenlendi, matematiksel hâle getirildi ve neredeyse 300 yıl önce tarihî “Lex Sexualizm”imiz ilan edildi: “Her Numara, istediği her Numara üzerinde -cinsel bir obje olarak- hak sahibidir.”
Bundan ötesi teknik olarak devam etmektedir. Seks Bürosu sizi laboratuvarlarında titizlikle inceler, kanınızdaki cinsel hormonları kesin olarak tanımlar ve sizin için en uygun seks günü listesini hazırlar. Daha sonrasında siz günlerinizde hangi Numara’yı arzuladığınıza dair bir dilekçe düzenlersiniz ve gerekli bileti (pembe) alırsınız. İşte hepsi bu kadar.
Açıkça görülüyor ki kıskançlık için hiçbir sebebe yer yok; mutluluk kesrinin paydası sıfır olarak tanımlanmıştır, kesir görkemli bir sonsuzluğa dönüşmektedir. Eskiler için sayısız aptallaştırıcı trajedinin kaynağı olan uyku, fiziksel çalışma, beslenme, dışkılama ve diğer birçok şey, bizde organizmanın uyumlu, hoş ve faydalı fonksiyonu olarak tanımlanmıştır. Buradan mantığın yüce gücünün dokunduğu her şeyi tek seferde nasıl temizlediğini görmektesiniz. Ah, eğer siz, meçhul okurlar bu ilahi gücü kavrayabilseydiniz onun peşinden sonuna dek giderdiniz.
Tuhaf… Ben bugün insanlık tarihinin en yüksek zirveleri hakkında yazdım, sürekli düşüncenin temiz dağ havasını soludum ama içimde bulutlu, örümcekli bir X gibi dört sivri köşeli bir haç vardı. Veya tüm bunlar, benim uzun süredir gözümün önünde duran kıllı pençelerim yüzündendi. Onlar hakkında konuşmayı da onların kendisini de sevmiyorum, onlar yabani çağın kalıntıları. Acaba içimde gerçekten böyle bir kalıntı…
İçimde tüm bu yazdıklarımın üstünü karalama isteği uyandı çünkü yazılarım bahislerin sınırları dışına çıkıyorlar. Fakat sonra karalamamaya karar verdim. Bırakalım benim yazılarım hassas bir sismograf gibi en hafif beyin sarsıntılarını bile eğri çizsin. Ne de olsa böyle hafif sarsıntılar bazen daha kötülerini önden haber verebiliyor.
Gerçekten karalamam gerekseydi işte o zaman saçmalık olurdu. Doğanın tüm güçleri bizim tarafımızdan kontrol altına alınmıştır, hiçbir felaket gerçekleşemez.
Şimdi benim için tamamen açık bir şey var: İçimdeki tuhaf hissin sebebi tamamen, yazının başında bahsettiğim kare durumum yüzündendir. Benim içimde X yok