p>Muhtar Bey: Kaplan Paşa’nın amcasının oğlu
Hilmi Efendi: Hâkim
Zeynel Bey: Sancak beyliğinin ileri gelenlerinden
Muhtar Bey’in arkadaşı
Şemsettin Bey: İleri gelenlerden
Behram Bey: İleri gelenlerden
Sinan Bey: İleri gelenlerden
Hayri Bey: İleri gelenlerden
Kara Veli: Paşanın yakın adamlarından
Zülfikar Ağa: Tüfekçibaşı
Rıdvan: Zindancı
Çakır: Mezarcı
Hacı Hüsrev: Ahaliden
Raşit: Ahaliden
Selim: Ahaliden
Cafko: Ahaliden
Mestan: Ahaliden
Bir ihtiyar: Ahaliden
Paşo Hanım: Kaplan Paşa’nın annesi
İsmet Hanım: Kaplan Paşa ve Muhtar Bey’in amcasının kızı
Gülnihal: İsmet Hanım’ın dadısı
Yadigâr: Kaplan Paşa’nın cariyesi
Bir kadın, iki çocuk, cellatlar, cariyeler, ahali
BİRİNCİ PERDE
Süslü Bir Oda
BİRİNCİ MECLİS
İsmet Hanım, Gülnihal Kalfa
GÜLNİHAL: “Kızım! Yine söylüyorum, Muhtar Bey canını sakınsın! Sakınmazsa elden gider. Vallahi gider, billahi gider.”
İSMET: “Kadın, sen çıldırdın mı? Ben, daha dün konakta idim. Hanımefendinin ferahlık yüzünden akıyordu. Dudakları, ister istemez gülüyordu. Gönlü ne kadar rahattı, görmedin mi? Oğlu ne kadar ferahta, ne kadar sefada imiş, birer birer söylüyordu, işitmedin mi? Muhtar’ın canına kıyacaklar, diyorsun. Cana kıymak isteyenlerin yüzü öyle güleç durur mu?”
GÜLNİHAL: “Öyle durur hanımcığım, öyle durur. Ben, ömrümün on beş senesini, senin o konak dediğin, ecelin kaza şeklinde geldiği mezarlıkta geçirdim. Damlaya damlaya taşı delen sular gibi, bu kalın kafaya da -göre göre- çok tecrübeler yerleşti. Bunlar sel gibidir kızım! Sakin göründükleri vakit kork! Dokundukları evi temelinden yıkarlar. Bunlar canavar gibidirler iki gözüm! Güler gibi dudakları açılmaya başladığı zaman sakın! Azı dişlerini, yanına vardıkları adamın ta yüreğine saplarlar. Bunlar yılan gibidir efendiciğim! Renklerine aldanma. Kime sürünürlerse zehirlerini ta canına dökerler. Zavallı çocuk! Onların şen yüzlerinin şenliğine, parlaklığına mı bakıyorsun? O, bir düzgündür; uzaktan seyret! Sürünürsen ağzın zehirle dolar. O, bir alevdir, yanına yaklaşma; dokunursan vücudun yanar, kül olur. Sen, Paşo Hanım’ın güldüğüne mi aldanıyorsun? O, insan kanı içerken, insan ciğeri yerken de güler. Sen, yanındakilerinin tatlı sözlerine mi inanıyorsun? Onların gönüllerinde cehennem ateşi kaynasa yine yanaklarında güller açılır. Konağın hâli şu karanlık geceye benzer: Sen, her tarafını sakin, emin sanırsın. Gözler nereye baksa hiçbir şey görmez. Lakin içinde hiçbir vakit zehirli akrepler, kudurmuş köpekler, merhametsiz katiller eksik değildir! Şu pencereden bak: Konak gözünün önünde duruyor da içinde hiç cellattan, zindandan bir şey görüyor musun? İşte içindekilerin taş yüreği de o konağın hâli, küçülmüşüdür. Yüzlerine ne kadar dikkat etsen gönüllerindeki garezden, hıyanetten eser göremezsin. Bu zalimler, mezar gibi, dünya ile ahiret arasında yer tutmuşlar. Dışları çiçekler içinde görünür, içleri ölüm doludur.”
İSMET: “Dadı sus!”
GÜLNİHAL: “Sen daha dünyaya gelmemiştin. Akrabanızdan Ali Bey’in şu meydanda başını vurdular. Hâlâ gözümün önündedir. Kanı, kaynaya kaynaya, iki karış havaya fırlıyordu. Konaktakilerin yine -fıskiye seyrine çıkmış gibi- sefalarından, ferahlarından durulmuyordu.”
İSMET: “Dadı sus! Yüreğim sıkılıyor.”
GÜLNİHAL: “Sen daha bir yaşında idin. Onun küçük kardeşi Kahraman Bey’i şu zindan kapısının önünde astılar. Hiç aklımdan çıkmaz. Zavallı delikanlı, ipini koparmak için ellerini boynuna attı da hep tırnakları ile şah damarlarını kopardı. Yine konaktakiler salıncak sefası yapar gibi eğleniyorlardı.”
İSMET: “Dadı sus! Yüreğim sıkılıyor, diyorum. Beni çıldırtacak mısın?”
GÜLNİHAL: “Sen yeni sütten kesilmiştin. Dün buraya gelen hanımın babasını, bin hile ile kaleye aldılar. Yemin ettiler, kılıç atladılar,2 kan yalaştılar, kardeş oldular, yemeğe çağırdılar. İçkiyi halayıklara dağıttırdılar. Ben de içlerinde idim. Birbirlerinin kılına dokunmamak için Allah’ın mübarek adına yemin ederken, bir çift kurşun alnına, bir çift kurşun da göğsüne vurdular. Zavallı şehit! Yaralı aslan gibi bıçağına sarıldı. Bir atılışta odanın orta yerine kadar fırladı. Fırladığı yerde, cansız yıkıldı. Hâlâ hayali, her gece o kılıkta, konağın odalarında dolaşıyor! Yine konaktakiler cümbüşlerini, ahenklerini bozmadılar.”
İSMET: “Dadı, daha söyleyecek misin? Bayılacağım!”
GÜLNİHAL: “Dayını bu evin önünde, çengele astılar! Her çengelin iliştiği yerden dökülen kanlar esvabının üzerinde donmuştu da biçarenin vücudu çiçek açmış leylak ağacına benzemişti. Yine konaktakilerin gülüşlerine, eğlenişlerine baksan baharda mehtaba çıkmışlar sanırdın. Ben daha öyle hainlikler, öyle hınzırlıklar bilirim ki bir evde söylense Allah’ın rahmeti onun etrafından çekilir. Senin gibi bir melek işitse Hakk’ın gazabını görmüş gibi titreye titreye uzuvları birbirinden ayrılır! İşte kızım, bunlar böyle gülerler, oynarlar; böyle de adam yerler, kan içerler.”
İSMET: “Hay, musibet baykuşu! Hangi viraneden çıktın? Mezarlıkta mı ötüyorsun? Ağzın kapansın. Sana sus dedim, işitmedin mi? Kafamı ölülerle doldurdun. Vücudumu tabut sanıyorum. Korkumdan üstüme göz gezdiremiyorum. Benden ne istiyorsun?”
GÜLNİHAL: “ Rahatını, sağlığını istiyorum kızım. Sen, benim hâlimi bilmezsin. Ah, bu kadar senedir derdimi gönlümde saklıyordum. Dert saklamak nedir, bilir misin? Hiç gönlünde dert sakladığın var mı? Yine de Allah ne dert versin ne de saklatsın. İnsan gönlünü kimseye açamazsa içindeki gamların her biri bir parça ateş oluyor, her yapıştığı yeri dağlıyor, her açtığı dağda3 bir cehennem alevleniyor. Bak, daha lakırtılarından korkuyorsun. Ya gönlümü görsen ne yapacaksın? Ben de memleketimde senin gibi bir bey kızı idim. Benim de senin gibi saltanatım, konağım, halayığım, hizmetçilerim vardı. Ben de senin gibi on altı yaşında idim. Ben de senin gibi bir bey severdim. Bilir misin, nasıl severdim? Senin de başında sevda var, söylersem belki anlarsın. İnsan; baharın süslerini, gün batışının mahzunluğunu, sabahın ferahlığını, mehtabın sefasını nasıl sever; yeni doğurmuş analar çocuğunun ilk gülüşünü, babadan yetim kalmış çocuklar annesinin en tatlı sözlerini nasıl severse ben de beyimi öyle severdim! Nasıl sevdiğimi bir türlü tarif edemiyorum da münasebetsiz münasebetsiz şeylere benzetiyorum! Öyle severdim ki -bin kere tövbeler olsun- Acaba Allah’ım kadar mı seviyorum? diye düşünür, korkardım. Belki çektiklerim hep o günahımın cezasıdır. Yanıma geldikçe ömrümün sefasını, dünya lezzeti canlanmış da etrafımda dolaşıyor sanırdım. Yüzüne baktıkça bütün bütün kendimden geçerdim; dünya, gözümün önünden çekilmeye başlardı; varlığım, vücudum arada mahvolurdu. Gözümde, gönlümde, yanımda, canımda yalnız beyim kalırdı. Ah, kahrolsunlar, onun da düşmanları vardı. Onun da en büyük düşmanı, Muhtar Bey’in düşmanı gibi akrabasındandı. Ömründe bir gece, fırsat bulup da yanıma gelecek oldu. Melunlar gece geldiler, konağımı bastılar, beyimi yanımdan ayırdılar, gönlümden kopardılar, gözümün önünde paraladılar. Onun vücuduna bir bıçak dokundukça benim canımda bin yara açılırdı… Ne talihsizim ki o dakikada ölüp de ahirete olsun beyimle beraber gidemedim! Allah, ikimize, yer altında olsun beraber yatacağımız bir yatak nasip