zayıf olur. Zayıf yürekte daima korku yatar. Ben burada Allah’ıma, kılıcıma dayandım, öyle duruyorum. Kimsenin, bir kılıma dokunmak haddi değildir. Babamın kanı damarlarımda, senin muhabbetin gönlümde iken korku belki aslanın gönlüne girer, benim kalbime girecek yol bulamaz!”
GÜLNİHAL: “Ah, beyim, benim yüreğim o kadar katıdır, o kadar katıdır ki öldükten sonra göğsümden çıkarsanız belki bir kılıç dövdürebilirsiniz. Ölümden korkmayan, hiçbir şeyden korkmaz! Dünyada da benim kadar ölümden korkmaz kimse yoktur. Hâlimi bilmezsiniz. Bana bir saat yaşamak, bir hafta can çekişmekten eziyetli gelir. Ben korkuyorsam sizin için korkuyorum. Gözünüzü birtakım hülyalar bağlamış, gittiğiniz yerleri doğru yol sanıyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki önünüzde ecel tuzakları kuruluyor, cehennem kuyuları kazılıyor!”
MUHTAR: “Acayip şey! Ben kime ne yaptım ki önümde ecel tuzağı kurulacak?”
GÜLNİHAL: “Kime ne mi yaptınız? Bundan evvel bu memlekette babanız hüküm sürüyordu. Bundan sonra da siz hüküm sürebilirsiniz. Halk, sizin ömrünüze dualar ediyor. Paşa, niçin ölümünüze çalışmasın? Daha söyleyeyim mi? Siz, onunla en büyük arzusunun arasında bir setsiniz. Vücudunuzu dünyadan kaldırmak istemez de ne yapar? Herif İsmet’i seviyor, İsmet’i alacak! Anladınız mı?”
(İsmet, bir nefret çığlığı ile mindere yığılır.)
MUHTAR: (İsmet’in yanına koşarak ve Gülnihal’e son derece kızarak) “Ne söyledin?”
GÜLNİHAL: “Sizin sevdiğiniz gibi seviyor, demiyorum. Köpek tavşanı nasıl severse öyle seviyor: Tutacak, kemiklerini kıracak, kanını yalayacak! Kasap koyunu nasıl severse öyle seviyor: Canına kıyacak, etini satacak, yününden para kazanacak! O, şimdi iki şey düşünüyor: Biri sizi yok etmek, biri İsmet’i almak! O vakit bu memleketi istediği gibi esir eder. O vakit bütün soyunuzun malı ona kalır. O vakit topraklar doyurası gözleri belki doyar!”
MUHTAR: (acı acı gülerek) “Şu serseme bak!”
GÜLNİHAL: “Beyim, o kadar kendine güvenme! Senin gönlünde sevda var. Ellerin aslan pençesi, vücudun yıldırım alevi kesilmiş! Daima açıktan uğraşmak istiyorsun, daima meydanda dövüşmeye çalışıyorsun. Onda da zalim sevdası var, mevki deliliği var, mal tamahı var, haset illeti var, kin belası var, elindekini kaybetme korkusu var, İsmet’i elinden alıp da seni kederinden öldürme hülyası var! Bu hisler, onun gönlünde yedi başlı bir ejderha kesilmiş: Kimi sokar kimi ısırır kimi yutar kimi sarar kimi koparır kimi vurur kimi zehirler! Bu kadar kuvvetle uğraşılmaz, bu kadar hıyanetle başa çıkılmaz! Beyim, kendini sakın. Beyim, İsmet’e merhamet et de ihtiyatlı davran!”
İSMET: “Kadın! O köpek benim beyime ne yapabilecekmiş? Bakayım beni mi alır, yoksa cenazemi mi alır?”
GÜLNİHAL: “Beyinle senin cenazeni almaktan başka büyük daha ne yapsın?”
MUHTAR: “İsmetçiğim, sen hiç merak etme! Kesip attığım tırnağa bile dokunamaz.”
GÜLNİHAL: “Kesip attığınız tırnağa niçin dokunsun? Vücudunuzun en can alacak tarafına dokunur!”
MUHTAR: (hiddetle) “Ne yapabilir?”
GÜLNİHAL: (hiddetle) “Öldürür!”
MUHTAR: “Be kadın, hiç halkı düşünmüyor musun? Biraz önce herkesin bana ne kadar muhabbeti olduğunu sen söylüyordun!”
GÜLNİHAL: (acı acı gülerek) “Halk mı? O, size kıymak isteyince halkın ortasında mı kıyar sanıyorsunuz? Biz, çok, halka kendini sevdirmiş beyler gördük! Ziyafetler arasında, sohbetler içinde paraladılar. Halk, bazısını ölür ölmez unutmadı, aramaya kalkıştı. Arayanların üzerine beylerinin başını atıverdiler! Arkasından da birkaç kese altın serptiler. Beyi aramaya gelenler başı bıraktılar, altını kapışmaya başladılar. İçlerinde, iki saat evvel taptığı adamın kellesini kana boyanmış perçeminden tutup da altın yağmasına yer açmak için ötekinin berikinin üzerine atanlar da vardı. Hem ne hacet? Şimdi paşa şu kapının önüne iki cellat saklasa da siz çıkarken vurdursa halk ne yapar?”
İSMET: “Ay, kadın! Bizi bu gece sabaha kadar zehirleyip duracak mısın? Bir çare düşünüyorsan söyle! Yoksa sesini kes, artık elverir!”
GÜLNİHAL: “Düşmanlık bu dereceye geldikten sonra düşmanca davranmaktan başka, belanın önünü almaya çare yoktur. Halk ayaklanmaya hazır duruyor. Zalimler kiminin babasını öldürmüşler, kiminin oğlunu asmışlar, kiminin karısına dokunmuşlar, kiminin kızını kaçırmışlar, kimini dövmüşler, kimine sövmüşler, hepsini de soymuşlar! Herkes, içine düştüğü beladan kurtulmak istiyor. Kimse rahatça yaşamak için canını ortaya koymaktan çekinmiyor. Önlerinde bir adam, bir zabit arıyorlar! Beyefendiye geliyorlar, yüzlerine bile bakmıyor.”
İSMET: “Karı, sen çıldırdın mı? Beyimi kurtaracağım diye ateşin ta ağzına mı atmaya çalışıyorsun?”
GÜLNİHAL: “Ah… Acaba Allah bana o günleri gösterecek mi? Ben, bir kere beyi bu kadar günahsızın önünde göreyim… Yüz binlerce adamın canını, ırzını, malını kurtarmak için ateşin ağzına atılsın… Hiç şüphem yoktur ki Allah yardımcısı olur, melekler yardımına gelir! Memleketten bu belanın vücudu kalkar. Senin canından, rahatından gönlüm emin olur. Ben de o zaman türbe ziyareti yapar gibi her gün ayaklarına kapanır, ağlaya ağlaya ömrüne, saadetine dua ederim! Ama Allah’ın isteği başka imiş de bey bu yolda gidermiş… Şu ufacık şişeyi gördün mü? İçindeki su, iki ruhu dünya meşakkatinden kurtarmaya kâfidir! Bunu ben yanıma alır, seni de elinden tutar, mezarına götürürdüm. ‘Kızım! Felek, üzerimize bir canavar musallat etti. Burada insan yaşadığını istemiyor. Kırk saatte bir ucundan öbür ucuna varılamayan koca bir memleketi, padişahın toprağından kopara kopara ayırmak istiyor. Bu kadar insanın arasında bir kahraman, bir melek peyda olmuştu. Padişaha toprağını, erkeklere karılarını, kadınlara kocalarını, annelere çocuklarını, çocuklara babalarını ve herkese hakkını vermek için canını ortaya koydu. Hepimizin uğrunda şehit oldu. Vücudu toprağa girdi ise ruhu göğün en üst katında seni bekliyor! Kendini, öyle bir kahramanın, öyle bir meleğin kadrini, şanını bilen bir kız arkasından yaşamaz!’ koynumdaki zehrin yarısını elimle sana içirirdim, yarısını da kendim içerdim. Çocukken beşiğine götürdüğüm gibi bu yaşta iken de kucağıma alır, gülerek, oynayarak kara toprağa indirirdim. Üçümüz de bir günde ölürdük. Üçümüz de bir günde bu alçak dünyadan kurtulurduk!”
MUHTAR: “Gülnihal, ne kadar münasebetsiz şeyler söylüyorsun! Şimdi sizin keyfiniz gelecek diye padişahın adamına isyan mı edelim?”
GÜLNİHAL: “O kadar hürmetli bir ismi niçin ortaya atıyorsunuz. Padişah, onu bilir mi? Onun padişahı tanıdığı var mı? O, kendini bu memlekette padişah gibi tutuyor! Padişah nerede kalır? O, herkesin malını kendinin, ırzını kendinin, canını kendinin biliyor. Elinden gelse, haşa, Allahlık davası edecek! Paşa olalı iki yıl oluyor… Gün geçmedi ki on beş günahsızı öldürmesin! Mübarek bayram günü biri on üç, biri on beş yaşında iki masumu -atının önünden geçtikleri için- çengele astırdı. Padişahın bunlardan haberi var mı? Olsa razı olur mu?”
MUHTAR: “Kadın sus! Ben ölürüm de onu bunu yok edip cenazelerine basarak devletin bir makamına çıkamam! Ben, hükûmet köşesini akrabamın kanı ile boyayıp da üzerine oturamam! Anladın mı?”
GÜLNİHAL: (soğuk bir özür dileyişle) “Öyleyse beyim, Allah yardımcınız olsun! Bundan sonra bana duadan başka yapacak bir şey kalmadı…” (Çıkar.)
DÖRDÜNCÜ MECLİS
Muhtar Bey,