söyleyerek odanın bir tarafına çekildi, çayını, içmeye başladı.
Bilmem neden ona karşı ret cevabı vermek veya “pek beceremiyorum” diye bahane ederek kendimi naza çekmek benim için mümkün olmadı. Bilakis kuzu gibi muti,3 piyanonun önüne oturdum. Onun musikiye vukufunu ve ne ince bir zevki olduğunu bildiğim için bana vereceği nottan endişe etmekle beraber elimden geldiği kadar çaldım. Bu aheste bestenin edasında öyle bir his vardı ki bana çaydan evvelki muhaveremizi4 hatırlatıyordu. Bu intiba ile galiba imtihandan geçecek kadar iyi not aldım. Fakat “Scherzo” parçasını çalmamı istemedi. Yanıma gelerek “Onu iyi çalamazsınız.” dedi. “Burada, birinci parçada kalın. Bu parça fena olmadı. Görüyorum ki musikiden anlıyorsunuz.”
Çok mutedil olmakla beraber bu iltifat beni o kadar sevindirdi ki kızardığımı hissettim. Babamla eş olan bu baba dostunun vaktiyle bir çocuğa karşı yaptığı gibi değil, artık ciddi olarak, başa baş, benimle konuşması benim için yepyeni ve pek hoşuma giden bir şeydi.
Bana babamdan bahsetti. Birbirleriyle nasıl kafadar olduklarını, benim, kendi oyuncaklarım ve ders kitaplarımla meşgul olduğum sıralarda onların baş başa ne tatlı hayat sürdüklerini anlattı ve onun bu hikâyesi üzerine ben ilk defa olarak o zamana kadar pek bilemediğim, babacığımın ne sade ve ne iyi bir adam olduğunu anladım. Bana birçok şeyler daha sordu. Ne sevdiğimi, neler okuduğumu, neler yapmak istediğimi anlamak istedi ve bana öğütler verdi. Artık benim yanımda muzip, şakacı, takılmayı seven bir adam değil, ağırbaşlı, açık yürekli, dostça bir adam vardı ve ben bu adama karşı gayrı-iradi bir hürmet ve bir sempati hissediyordum. Bu his hoşuma gidiyor, bana tatlı geliyor ve ona söz söylerken bütün mevcudiyetimle kendimde, ne olduğunu temyiz edemediğim,5 bir kaynaşma hasıl oluyordu. Ağzımdan çıkan her kelimeden ürküyor ve şimdiye kadar babamın kızı olmak sıfatıyla kazandığım teveccüh ve muhabbete sırf kendim, kendi şahsiyetimle layık olmak istiyordum!
Sonya’yı yatırdıktan sonra Maşa yanımıza geldi ve benim gevşek hâllerimden şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine benim hiçbir şey söylemeye hakkım olmadığı neticesine varılıyordu. Serj bana bakıp gülümseyerek ve şaka tehditleriyle başını sallayarak “Demek bana asıl söylenecek şeyi söylememiş!” dedi.
“Söylenecek ne var ki?” dedim. “Çok canım sıkılıyordu. Fakat bu da geçer.” (Doğrusu aranırsa şimdi bana öyle geliyor ki yalnız geçer değil, bir daha gelmemek üzere geçti bile.)
“Yalnızlığa tahammül etmesini bilmemek hiç iyi bir şey değil. Böylelikle evin bir hanım kızı olmanız mümkün müdür?”
Gülerek cevap verdim:
“Pekâlâ, mümkündür zannederim.”
“Hayır, hayır, olsanız bile kendini beğendirmekten başka bir şey düşünmeyen, bunun için yaşayan, işe yaramaz bir küçük hanım olursunuz; evde yalnız kalınca gene kendini bırakır, hiçbir şey beğenemez, ne yapsa gösteriştir, işin içinde kendisi yoktur.”
Bir şey söylemiş olmak için “Doğrusu hakkımdaki mütalaanıza diyecek yok!” dedim.
Biraz sustuktan sonra “Hayır, hayır!” diye devam etti. “Sizin tıpkı babanıza benzemeniz boşuna değildir; sizde mutlaka bir şey var!”
Ve kalbe emniyet veren dikkatli bakışı füsunkâr tesirini gene üzerimde göstermeye ve beni garip bir şaşkınlık içinde bırakmaya başladı.
Ancak o zaman farkında oldum ki ilk bakışta şen görünen bu çehrede, sükûnet ve rahattan başka bir şey okunmayan o bakışların altında, büyük bir düşüncenin gittikçe daha bariz olan engin ve gizli bir elemin derinliği vardır.
“Sizin…” diyordu. “Gene canınız sıkılmamalıdır ve sıkılamaz da! Bir kere müzik yaparsınız çünkü anlıyorsunuz, sonra kitaplarınız var, etüt edersiniz. Önünüzde bütün bir hayat var ki ileride ondan şikâyet etmemeniz için hazırlıklı bulunmanızın şimdi tam zamanıdır. Bir yıl daha geçerse belki çok geç kalınmış olur.”
Böyle, bir baba, bir amca gibi söylerken benim seviyemde kalmak için daimî bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendinden bu kadar aşağı görmesi biraz gücüme gitmiyor değildi. Bir yandan da bu gayreti sırf benim için yapması ve bunun lüzumlu olduğunu sanması hoşuma gidiyordu.
Ondan sonra gitme zamanına kadar hep Maşa ile iş üzerine konuştular.
Gideceği zaman kalkıp yanıma geldi ve elimi eline alarak “E… Artık hoşça kalın sevgili Katia!” dedi.
Maşa “Bir daha ne zaman görüşeceğiz?” diye sorunca elim hâlâ elinde “İlkbahara!” dedi. “Şimdilik ben Danilovka’ya -bizim öteki malikâneye- gidiyorum. Bakalım orada ne olup ne bitiyor. Mümkün olduğu kadar orasını yoluna koyduktan sonra bazı işlerim için Moskova’ya geçeceğim. Bu yaz görüşebiliriz.”
Ben boynumu bükerek “Niçin bu kadar uzun zaman için gidiyorsunuz?” dedim. Mahzunluğum boşuna değildi. Onu artık her gün göreceğimi umuyordum. Şimdi eskisi gibi can sıkıntılarımla baş başa kalacağımı düşündükçe yüreğim darlanıyor, çatlayacak gibi oluyordu. Bu düşünce galiba gözlerimde okunuyor, sesimden de belli oluyordu.
Bana fazla sakin ve soğuk gelen bir tavırla “Hadi bakalım…” dedi. “Biraz daha meşgul olunuz ve dünyadan bıkmış gibi dertli olmayınız. İlkbaharda ben gene geleceğim. (elimi bırakarak yüzüme bakmadan) O zaman sizi muayeneden geçireceğim.”
Onu uğurlamak için orta odaya gelmiştik. Acele kürkünü giydi. Gözleri gene bana bakmaktan çekiniyormuş gibi idi. İçimden Boşuna zahmet ediyor, dedim. Şimdiden bakışı o kadar hoşuma gittiği hiç hatırına gelir mi, ne mümkün? Mükemmel, çok iyi bir adam. Fakat işte o kadar.
Bununla beraber o gece Maşa ile geç vakte kadar uyumadık, konuştuk. Onun üstüne değil, yazın neler yapacağımızı, kışı ne suretle geçireceğimizi tasarladık. Mühim mesele. Peki neden mühim oluyor? Kendi hesabıma bana öyle geliyor ki hayatta matlup6 olan saadetti. Bundan daha basit ve bariz bir hakikat olamazdı. Bizim gamlı Pokrovski berhanemize7 apansız gün doğmuş ve hayat dolmuş gibi ilerisi için kendime saadetten başka bir şey tasavvur etmeme imkân yoktu.
II
Şöyle böyle derken ilkbahar geldi. Benim eski can sıkıntılarım zail olmuştu. Ben onları meçhul ümitlerden, doyurulmamış arzulardan örülme düşünceli bahar hüzünleriyle trampa etmiştim.8 Bununla beraber hayatım, kış başlangıcında sürdüğüm hayat değildi. Sonya ile müzikle, mütalaa ile meşgul olur, ikide bir bahçeye çıkar, orada uzun, pek uzun, saatlerce, tek başıma, bahçenin yollarında dolaşır yahut bir kanepeye oturur, dinlenirdim. Ne düşünürdüm, ne isterdim, neler umardım? Bunu Allah’tan başka kimse bilmez! Zaman zaman, hele mehtaplı gecelerde dirseklerimi pencereye dayayarak sabaha kadar, bütün gece öyle kaldığım olurdu. Bazı kere de Maşa’nın haberi olmadan gecelikle gene bahçeye iner, çiy düşmüş çimenlerin arasından havuz başına kadar kaçamak yapardım. Hele bir kere ekinli tarlalara kadar işi uzattım. Bazı geceyi parkın etrafında tur yapmakla geçirdiğim de olurdu.
O zaman zihnimi dolduran hülyaları şimdi hatırlamak, hele mahiyetini anlamak benim için kolay değildir. Hatta hatırlamaya muvaffak olsam bile o hülyaları yapan ben mi idim diye tereddüt ederek buna inanmasam yeri vardır; o hülyalar hakiki hayattan ve realiteden o kadar uzak ve o kadar cazip şeylerdi.
Mayısın