olmadığı hâlde, bizim için bir ana, bir dost ve heveslerimize tabi bir esir gibi hizmet etmiş olmasının kıymetini ölçüyordum. Ne kadar feragat ve ne büyük bir fedakârlıkla bu kadıncağızın bize bağlanmış olduğunu ve ona karşı ne kadar büyük bir şükran borcu içinde bulunduğumu takdir ederek kendisini ona göre sevmeye başladım. Gene Serj’in telkinleriyle adamlarımıza, köylülerimize, çiftçilerimize, kadın hizmetçilerimize karşı da nokta-i nazarım başkalaştı. Söylemesi biraz komik olacak ama itiraf etmeliyim ki bu adamların arasında ben kendimi ömrümde görmediğim, tanımadığım kimselerden daha yabancı bulurdum; bir kere olsun hatırıma getirmemişimdir ki onlar da benim gibi insandırlar; onların da aşk, arzu, keder gibi hislere kabiliyetleri vardır. Şimdi yalnız onlar değil içinde doğup büyüdüğüm ve pek iyi bildiğim bahçemiz, ormanlarımız, tarlalarımız dahi benim için yepyeni birer mevzu oldular. Onlardaki tabii güzellikleri hayranlıkla görmeye başladım. “Hayatta hakiki olarak bir saadet vardır. O da başkaları için yaşamaktır.” diye ikide bir tekrar etmesi boşuna değilmiş. Bu benim tuhafıma gidiyor ve ne demek olduğunu anlamıyordum. Fakat haberim olmadan bu fikir bir kanaat hâlinde yavaş yavaş kalbimin derinliklerine işledi. Hasılı o, benim önüme yeni bir hayat açmıştı. Eskisini değiştirmeden ve yeni bir şey katmadan… Yalnız bendeki duyguların her birini inkişaf ettirerek açtığı sevinç dolu bir hayat! Çocukluğumdan beri her şey etrafımda bir nevi sükût perdesi ile örtülmüş gibi idi. Her şey sesini yükseltmek, ruhuma hitap etmek ve kalbimi saadetle doldurmak için onu bekliyormuş!
Bu yaz ikide bir odama çıkar, kendimi yatağıma atardım. Orada, eskiden baharda olduğu gibi istikbale ait ümit ve arzularla dolu bir üzüntü yerine kalbim başka bir hisle, duyduğum saadet hisleriyle bunalırdı. Gözüme uyku girmezdi; kalkar, gider, Maşa’nın karyolasına oturarak ona çok mesut olduğumu söylerdim. Bugün anlıyorum ki bunu ona söylemeye hiç lüzum yokmuş çünkü o, kendisi bunu pekâlâ görebilecek gibi imiş. Maşa, boynuma sarılarak bundan başka dünyada bir emeli olmadığını ve bu sebeple kendisi de pek mesut olduğunu söylerdi. Herkesin mesut olması bana o kadar tabii ve zaruri görünüyordu ki Maşa’ya inanmakta hiç tereddüt etmiyordum. Fakat Maşa bundan başka uykusunu düşünmeye mecburdu. Bunun için beni azarlar gibi yaparak yatağından kovardı ve uykuya dalardı. Ben ise bilakis uyumadan evvel saadetimi mucip olan sebepleri uzun uzadıya zihnimde evirir çevirirdim. Bazı kere Cenabıhakk’ın bana ihsan ettiği bu nimete şükranlarımı da iyi ödemek için kalkar, ikinci defa olarak kalbimin bütün coşkunluğu ile bir kere daha ibadet ederdim.
Odamda her şey sakin ve sakitti.15 Yalnız Maşa’nın uykudaki muntazam nefes alışı ve yanı başındaki saatinin tıkırtısı duyuluyordu. Ben dönerek dualarımı okur, tapınır, boynumda asılı duran haçı öperdim. Kapılar ve pencerelerin kepenkleri kapalı olduğu hâlde kulağıma, bir taraftan bilmem nasıl bir sinek vızıltısı gelirdi. Canım hep bu odada kalmak ister ve vücudumu saran havasına ruhumun sindiğini hissettiğim için sabah olmasını, bu havanın dağılmasını gönlüm istemezdi. Sanki hülyalarım, düşüncelerim ve dualarım bu karanlıkta benimle beraber yaşayan, yatağımın etrafında uçuşan, başımın üstünde kanat açıp duran canlı bir cevher, bir madde, bir esans idi ve benim her düşüncem onun düşüncesi, her hissim de onun hissi idi. Aşkın ne olduğunu daha bilmiyordum. Onun daima böyle bir his olabileceğini ve bunun bir karşılık beklemeden verileceğini düşünürdüm.
III
Ekinlerin içeri alındığı sıralarda bir gün Maşa, Sonya, ben üçümüz yemekten sonra, yolun üst tarafındaki yerde, ıhlamurların gölgesinde ve her zaman oturduğumuz kanepede oturmaya gittik. Oradan korular, tarlalar görülebilirdi. Üç gün geçtiği hâlde Serj Mihaloviç bizi görmeye gelmemişti. Mahsulleri görmeye geleceğini bildiğimiz için bugün kendisini dört gözle bekliyorduk.
Filhakika saat ikiye doğru onun yüksekte bir çavdar tarlası arasından geçtiğini gördük. Maşa bana bakıp gülümseyerek onun sevdiği şeftalilerden getirmelerini hizmetçilere emrettikten sonra kendisi kanepenin üstünde uzandı, kestirmeye başladı. Ben bir ıhlamur dalı kopardım. Kabuğundan ve yapraklarından usaresi sızan bu dal ile Maşa’yı yelpazelerken bir taraftan da elimdeki kitabı okuyor ve ikide bir onun geleceği tarlalar arasındaki yola göz atıyordum. Sonya da yaşlı bir ıhlamur ağacının dibine oturmuş yeşilliklerden bebeğine beşik yapıyordu.
Hava çok sıcaktı. Hiç esmiyordu. Fırına girmişiz gibi pişiyorduk. Ufuklarda büyük bir çevre yapan bulutlar sabahleyin kararmıştı. Havada, beni her zaman sinirlendiren bir bora tehdidi vardı. Fakat öğleden sonra bu bulutlar dağılmış, güneş, tertemiz mavi bir gök ortasında parlamaya başlamıştı. Gök gürlemeleri yalnız bir tarafta ve gökle yerin birleştiği yerde, ağır bir bulutun derinliklerinde parıltılarla yuvarlanıyor, tarlaların tozuna karışan uzak bulutlarda şimşekler soluk zikzaklar yapıyordu. Hiç olmazsa bizim için o gün korkacak bir şey olmadığı belli idi. Bundan dolayı bahçenin arkasında ve görülebilen kısmında kâh yük arabalarının ağır ve uzun gıcırtıları, kâh karşılaşan boş talikaların16 gürültülü sarsıntıları duyuluyor, gömlekleri rüzgârdan uçan arabacıların acele adımları görülüyordu. Bunların kaldırdığı kalın toz tabakası ne uçup dağılıyor ne de yere iniyor, bilakis bahçenin temiz yeşillikleri ile etrafındaki çitlerin üstünde asılı gibi durup kalıyordu. Ötede zahire ambarının bulunduğu yerde başka sesler, başka tekerlek gıcırtıları işitiliyor ve yavaş yavaş avlunun yanına taşıtılan yaldızlı samanlar havada uçuşuyor, yerde yığınlar teşkil ediyor, çok geçmeden gözümün önünde birer çatı gibi yükselen beyzî şekiller peyda oluyor ve bunların etrafına karınca gibi üşüşen köylülerin hayaletleri seçiliyordu. Sonra, tozlu tarlaların arasında yeniden talikalar gelip gidiyor, yeniden sararmış ot yığınları geçiyor ve uzaklardan araba tekerleklerinin gıcırtıları, sesler ve türküler hep kulağıma kadar geliyordu.
Bizim bahçede pek sevdiğimiz bu köşecik müstesna olmak üzere, her tarafı toz ve sıcak bir buğu kaplamıştı. Bu sıcakta, bu toz deryası içinde ve kızgın bir güneşin alnında gene koca bir rençper kütlesi çalışıyor, gülüşüp şakalaşıyor, çene yarışı ediyor, durup dinlenmeden uğraşıyorlardı. Ben, etrafımı seyre dalmıştım. Kanepeye uzanmış olan Maşa, serin yeri bulmuş, mendilini yüzüne örtmüş, tatlı tatlı uyuyor, tabakta siyah, sulu kirazlar duruyordu. Ben bunlara bakıyor, temizlikten pırıl pırıl yanan hafif elbiselerimize bakıyor, billur sürahi içinde güneşin renkleriyle oynayan berrak suya bakıyor ve bunlara bakarken içimde garip bir haz duyuyordum. Ne yapmalıyım? diye düşündüm. Acaba kendimi bu derece mesut bulduğum için mücrim mi idim? Fakat insan hissettiği saadeti etrafına nasıl duyurmalı? Bu saadet ve bizzat kendisi tamamıyla nasıl bir başkasına ait olur ve kime?
Güneş, yolun iki tarafındaki yüksek ağaçların tepelerinden çekilmiş, tozlar yerlere inmişti. Köyün uzaklıkları, mailen gelen püskürme ziyalar altında daha temiz ve daha nurlu görünüyordu. Bulutlar hep dağılmıştı. Ağaçların öbür tarafında, ambarın yanında üç yeni ot yığınının sivri tepelerini ve köylülerin oradan indiklerini görüyordum. Hasılı o gün son defa olarak, tekerleklerinin gürültüsünü aksettirerek talikalar süratle geçiyor, kadınlar, bahçıvan tarakları omuzlarında, ipleri bellerinde, türkü söyleyerek evlerine giriyor, Serj Mihaloviç ise dağın eteğinde göründüğü hâlde, hâlâ gelmiyordu. Nihayet apansız, hiç beklemediğim bir tarafta, yolun öbür ucunda göründü. Şapkasını çıkarırken bakıp gülerek şen bir yüzle bana doğru gelmeye başladı. Fakat hâlâ uyumakta olan Maşa’yı görünce gözlerini kırpıştırıp dudaklarını ısırarak ve parmaklarının ucuna basarak yavaşladı. Hemen fark ettim: Pek sevdiğim neşeli hâli gene üstünde idi. Onun bu sebepsiz neşesine biz kendi aramızda “vahşi