Омер Сейфеддин

Diyet


Скачать книгу

atladı. Ayakkabılarını bulamadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde pala bıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşıyı gördü. Arkasında keçe külahlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı.

      Dizdarbaşı: “Ali Usta, dükkânı arayacağız…” dedi. Koca Ali hayretle sordu:

      “Niçin?”

      “Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.”

      “Ee, bana ne?..”

      “Onun için işte dükkânı arayacağız.”

      “O hırsızlıktan bana ne?”

      “Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.”

      “Bana ne?”

      “O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk. Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!”

      Koca Ali kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Hakikaten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken pala bıyıklı dizdar:

      “Hem bu gece geç vakit ben seni köprünün üstünde gördüm. Orada ne arıyordun?” dedi.

      …

      Koca Ali yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı.

      “Arayın…” diyerek geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen başağa haykırdı:

      “Ay, işte, işte!..”

      …

      Koca Ali gayriihtiyari dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi.

      Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının bir de mücrimin yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:

      “Çaldığın paraları nereye sakladın?”

      “Ben para çalmadım.”

      “İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.”

      “Bu deriyi ben buraya koymadım.”

      “Ya kim koydu?”

      “Bilmiyorum.”

      ....

      Koca Ali zaten çok lakırtı söyleyemezdi. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da gece geç vakit köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun ücreti de mandıradan çalınmıştı. İki kuvvetli hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün hâkimin huzurunda bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç vakte kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması Koca Ali’nin ithamına kâfi geldi. Ne kadar inkâr etse hırsızlığı tevil götürmüyordu. Zaten hükûmetçe nereden geldiği, nereli olduğu belli değildi.

      Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

      Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Dudaklarını ısırdı. Kazaya rızadan başka çare yoktu! Sendeleyerek ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle:

      “Kolumu bırakın, kafamı kesin!” diye rica etti. Bu, ömründe onun ilk ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok adildi:

      “Hayır oğlum.” dedi, “Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin o vakit kafan giderdi. Ceza kabahate göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Hak böyle istiyor. Şeriatın kestiği yer acımaz…”

      …

      Koca Ali’nin kolu, kafasından daha kıymetliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki kol sayesinde veriyor, bu iki el sayesinde serhatlerde dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhlıları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.

      Onu Ağa Kapısı’nda, dizdarların odası altına kapadılar. Kısas gününü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek mabudu ölen bir mümin matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu. Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

      (…) Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile dayanamıyordu.

      İşte herkes onu seviyordu.

      Sipahiler kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Şehrin en büyük zengini Hacı Mehmet’e müracaat ettiler; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu hâlde son derece hasisti. Hâlâ şehrin pazar yerinde, küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü taşındı, nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı. Ama sipahilerle hoş geçinmek lazımdı:

      “Mademki siz istiyorsunuz…” dedi, “Ben onun kolu için diyet veririm. Ama bir şartla…”

      “Ne gibi?” diye sordular.

      “Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa…”

      “Pekâlâ, pekâlâ…”

      (…) Sipahiler Ağa Kapısı’na koştular. Hacı kasabın teklifini Koca Ali’ye söylediler. O evvela “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü.

      Kabul etmek istemiyordu.

      Sipahiler: “Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar harp gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin?” diye ısrar ettiler.

      “Kula kul olmak” fâni dünyada “birisine minnettar kalmak” azapların en ağırıydı.

      O, daha pek gençken, vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, minnettar kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi onu bak kime köle edecekti?

      Sipahiler: “Hacının yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme!” diyorlardı.

***

      Hacı kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkâna getirdi. Bu adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Hasisliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesine bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat evvel şehirden iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalattırıyor, ona sattırıyor… Ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona ayıklattı.

      Koca Ali,