Namık Kemal

Cezmi


Скачать книгу

Sultan Selim’in Kanuni Sultan Süleyman’ın zatlarıyla kaim sandıkları için, Türk milleti ile savaş alanında boy ölçüşmeyi kolay sanıyorlar; birtakım boş hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı.

      İşte o arzuların, o huyların sonucuydu ki, Safevî Devleti’yle Osmanlı Devleti birbirine harp ilan etti.

      6

      Devrin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, bu savaşı faydasız görüyor ve yapılmasını istemiyordu. Çünkü Don Nehri’yle Volga Nehri’ni birleştirip, Hazar Denizi üzerinden Turan’a bir ulaşma yolu açmak ve böylece İran’ın tepesinde bir tehdit yumruğu yaratmak umudunu kaybetmişti. Esasen askerin durumu da malumdu. İran Seferi’ni istememekte Sokullu’nun iki düşüncesi daha vardı.

      1- Donanmamızın İnebahtı bozgunu (1571) siyaset yönünden gerçi hiçbir etki yaratmamıştı. Fakat Osmanlı Devleti, Yıldırım’la Timurlenk arasındaki Ankara Meydan Savaşı’ndan beri hiçbir yerde yenilmemiş, bahusus kuruluşundan beri Avrupa’nın karşısında böyle bir yenilgi görmemişti. Binaenaleyh, İnebahtı bozgununun sonucu olarak zafer güveninin bizde bir dereceye kadar azalması ve Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’nun ikbal güneşini söndürme ümitlerinin artması tabii idi. Bu takdirde ise, Avrupa’da aleyhimize yine bir Haçlılar birleşmesi ortaya çıkabilirdi. İşte bu kuvvetli ihtimali göz önünde tutan ihtiyar ve tecrübeli sadrazam, elindeki kuvvetlerin bir kısmını doğuda harcamak istemiyor; hepsini batıdan gelebilecek bu tehlikeye karşı hazır bulundurmak istiyordu.

      Sokullu’nun bu düşüncesi çok doğruydu. Zira imparatorluğun başında, bir yandan Avrupa’nın bağrına kadar uzanırken, bir yandan da İran’ı titretecek olan bir Yavuz Sultan Selim, bir Kanuni Sultan Süleyman yoktu. Kendisi ne kadar büyük bir adam olursa olsun, iktidar mevkisinde padişahtan sonra geliyordu. Hem İran’a yeni bir savaş açtığımız takdirde Avrupalılar bunu fırsat bilerek üstümüze çullanmazlar mıydı? Aksini kim iddia edebilirdi? Bu takdirde, hem doğudan hem batıdan gelecek iki tehlikeye karşı durmak kolay bir iş değildi. Binaenaleyh, tehlikeyi kendi üstüne davet demek olan bu savaşı ihtiyatsızlık sayıyor, faydasız ve neticesiz buluyordu.

      2- Avrupa zengin bir bölgeydi. Yeniçeriler ve sipahiler Avrupa seferlerinde birçok ganimet elde ederlerdi. Bundan başka gittikleri yerlerin menzilleri az, mevkileri bayındır olduğundan, savaşlarını daha kolaylıkla yaparlar ve netice olarak savaşların hep Avrupa’da olmasını isterlerdi. Çaldıran’a giderken yeniçeriler, Yavuz gibi bir cihangirin çadırına bile kurşun sıkarak hoşnutsuzluklarını açığa vurmamışlar mıydı?

      İran ise, Cengiz’in, Selçuklukların ortaya çıkışından beri, birkaç yüz sene içinde belki kırk elli defa istila belasına uğramış, yağma edilmişti. Bundan başka Şah İsmail Safevi’nin Şiilik namına telef ettiği canlar, yıktığı yuvalarla bir büyük harabeye dönmüş; içindeki köyler, kasabalar mezarcı kulübesi gibi görünen koca bir mezarlığa benzemişti. Bütün bunlardan başka, arada ne de olsa bir din kardeşliği vardı.

      İran’a sefer açıldığı takdirde, İstanbul’dan hududa ve huduttan da gidilecek yerlere kadar, hemen Avrupa’nın tamamına yakın bir mesafeyi hem de yürüyerek geçmek gerekiyordu. Geçilecek olan bu meşakkatli yollarda ise, ganimet namına hemen hiçbir şey yoktu. Bilakis her çeşit sıkıntı bol bol mevcuttu. Bu bakımdan asker takımı, İran seferini ya Sultan I. Selim’in şahsiyetindeki heybet ya da Kanuni Sultan Süleyman’ın kendi asker gönüllerinde yarattığı ve parlattığı saygı kuvvetiyle yaparlardı. Sokullu devrinde ise ne öyle bir heybet ne de böyle bir saygı vardı… Tecrübeli sadrazam, asker İran viraneliklerine sevk edildiği takdirde, yetmiş seksen yıldan beri bin bir çeşit belayla arkası ancak alınabilen fitnelerin, ayaklanmaların geri gelmesinden de çekiniyordu. Bu düşünce çok isabetli idi. Nitekim, yeniçeri ve bilhassa sipahi tarihlerinde görülen yeni kargaşalıkların ilk tohumları bu savaşta ekilmeye başlandı.

      İkinci Vezir Ahmet Paşa da, sadrazamın fikrindeydi. Fakat Ahmet Paşa’nın esasen sadakatten başka bir meziyeti, her işte Sokullu’ya tabi olmaktan başka bir fikri yoktu. Hatta zamanının zürefası kendisine Sadrazam Gölgesi diye ad takmışlardı.

      Yukarıda biraz belirtildiği üzere, Sokullu sarayda eski itibarını kısmen kaybetmişti. Bundan dolayı saray adamları, sadrazam her ne istese onun aksi bir yol tutmayı, amaca varmak için en doğru, en kestirme bir çare saymaya başlamışlardı.

      İran Savaşı meselesinde Sokullu’ya en çok itiraz edenlerden biri ve belki birincisi, Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa’ydı ki Kubealtı’nda üçüncü vezirdi.

      Bu savaşın heveslilerinden birisi de, yine Sokullu’nun sayesinde Tunus ve Yemen’in fethinde hizmetleri görülen Dördüncü Vezir Sinan Paşa’ydı.

      Bu iki zat, birbirlerinin fatihlik, kahramanlık şöhretlerini çekemezlerdi; ikisi de Sokullu’dan sonra sadrazam olmayı kafalarına iyice yerleştirmişlerdi. İkisi de o devrin devlet adamları arasında, Sokullu’dan sonra, kendilerinden büyük bir adam bulunabileceğini bir türlü kafalarına sığdıramazlardı.

      Bununla beraber aralarında bir fark da vardı: Lala Mustafa Paşa “Sokoloviç” veya Türkçesi “Şahinoğlu” soyundandı. Bu bakımdan sadrazamın en yakın akrabasından olduğu hâlde, aynı zamanda en büyük düşmanlarındandı. Çünkü, kendisi ikbal mevkisine karşı ne kadar haris ise, sadrazam da o nispette mevkiye hiç önem vermez, yalnız vazifesini severdi.

      Sinan Paşa’nın ise gerek ahlakça, gerek soy ve akrabalıkça Sokullu ile hiçbir ilgisi yoktu. İktidar koltuğu hırsında Lala Mustafa Paşa’yı bile fersah fersah geride bıraktığı hâlde:

      “Erişir menzil-i maksuduna aheste giden

      Tiz-reftar olanın pâyına dâmen dolaşır” 13

      fikrini benimsemiş, uzak görüşlü bir zattı. Padişah, yakınlarından ziyade Sokullu’nun himayesinde gölgelenmek ister; fakat bir yandan da saray adamlarını boşlamazdı. Hayli zengindi. Yaşadığı devir ise, hediyeler devri ve mutlaka büyüklerden birine bağlılık devriydi.

      Sinan Paşa, İran seferi meselesinde tabii Sokullu’dan ayrıldı. Çünkü, gerek padişah yakınlarının, gerek Lala Paşa’nın saraydaki nüfuz derecelerini iyice biliyor ve bu savaşın mutlaka açılacağına inanıyordu. İran Savaşı açıldığı takdirde ise, ordunun emir ve komutası, kendinden kat kat üstün olan baş rakibi Lala Mustafa Paşa’nın eline verilecek ve zafer kazanılınca da Sokullu’nun yerine Lala Paşa geçecek diye düşünüyor ve böyle bir durum, hiç işine gelmiyordu. Binaenaleyh, yapılacak iş savaşa taraftar olmak ve katılmak, rakibine meydanı boş bırakmamaktı.

      Bu iki zattan Lala Mustafa Paşa, İran’ın savaş hazırlıkları karşısında güdülecek barışçı bir siyasetin, imparatorluğun şan ve haysiyetine dokunacağını ve belki bu suretle düşmana karşı girişilecek uysallığın, kuvvetsizliğimize yorumlanarak, düşmanın savaş arzularının bir kat daha şiddetleneceğini ileri sürüyordu.

      Sinan Paşa ise, velev İranlılar savaştan çekinseler bile, neticede Safevi saltanatının yıkılacağını ve böylelikle tekmil İran’ın Osmanlı ülkesine katılacağı fikrini savunuyordu.

      İkisi de en büyük bir fırsat zamanının gelmiş olduğundan tutturarak, elektriğin birbirine zıt iki kuvveti gibi birer başka noktadan hareket ettiler; birbirleriyle çarpıştılar, arada savaş ateşinin alevlenmesine sebep oldular. Bu ateş ise, eğrile doğrula Sokullu merhumun haysiyetini ta temelinden sarstı.

      7

      Karanlık bir gecede şiddetli bir karayel fırtınasıyla Boğaziçi’nde çıkan bir yangın levhası göz önüne getirilsin! Öyle bir yangın