Namık Kemal

Cezmi


Скачать книгу

gerçekten askerse, vücudu toprak altında yatarken, ruhunun gökyüzünde, namının halkın dilinde iftiharla dolaşacağını düşünür ve yerin altını üstü ile eşit ve belki yerin altını daha üstün görür. Asker, gerçekten askerse, rahat döşeğinde ölüp de şöylece bir mezara atılıvermekle, şan meydanında şehit edilerek mezara bedel bir milletin kalbinde yatmak arasında ne büyük fark olduğunu gayet iyi bilir.

      Böyle yüksek, böyle vatansever düşüncelerden dolayıdır ki, askerliğin en büyük özelliği de savaş alanını güzel bir mesire, güzel bir yol geçidi saymaktır.

      Amcasının bu konudaki düşüncesi, bu ve buna benzer sözlerle çocuğun yüksek duygularını açmaktan, geliştirmekten ibaretti. Fakat ne yazık ki Cezmi, on beş, on altı yaşlarındayken amcasını, yirmi yaşına gelince de babasını kaybetti.

      Dünyaya yalnız başına geldiği gibi, bu dünyada yine yapayalnız kalmıştı.

      Fakat Tanrı’nın insanlar için aileden sonra en büyük dayanağı olmak üzere yaratıp kurduğu insan toplumuna karışabilecek yeterliği kazanmıştı. Atalarının kılıcı hakkı olan tımarı devletin kanunları kendisine sağladığından geçim sıkıntısı diye bir şey bilmiyordu. Çocuk denilecek kadar gençti; fakat bünyesi hiç ihtiyarlamayacak kadar kuvvetli, babasından miras kalan kılıcı ise kendisini düşman şerrinden koruyabilecek kadar keskindi.

      Aldığı eğitim gereğince dünyayı, her tarafı ölülerle dolu bir savaş alanı bilirdi. Onun için hiçbir şeyden çekinmez, ölümden, beladan korkmanın ne demek olduğunu düşünmeyi bile kafasına sığdıramazdı.

      Gençliği, gördüğü kuvvetli eğitim, yoksulluğu hiç tanımamış olması, laubali karakterine başka bir parlaklık, başka bir kuvvet kazandırıyordu. Genel durumu:

      Bir safa ağzı açmış sanki her kabarcığı

      Kainatın hâline gülümser şarabımız.

      beytindeki tarife canlı bir örnek sayılacak kadar rintceydi. O kadar ki, gençlik çağında aşkı bile, çiçeklerin tazeliği veya içkinin verdiği neşe gibi, birkaç saatlik geçici bir şey sanırdı.

      İşte Cezmi ile Âdil Giray’ın karakterleri arasında bir aykırılık gösteren bunlar olduğu gibi, o iki zıt yaradılışı birbirine yaklaştıran yönler de vardı: Cezmi de Âdil Giray gibi doğuştan şair ve asker yaratılmıştı.

      Cezmi, dünyanın her kederinden, her üzüntüsünden, hatta ciddi bir aşktan bile uzak ve tamamen başıboş, o gençlik çağında hem eğlenmek hem meyhanede Hafız Divanı okuyan rintler gibi, eğlenti arasında öğrenimini tamamlamak için İstanbul’a gelmişti.

      Kendisi “Kalemini kılıcıyla keser, kılıcını da maktaında15 biler.” sözüyle nitelenmeye değer bir asker olarak yüzü ne kadar heybetliyse gidişatı ve genel durumu ile de o kadar sıcak ve sokulgandı. Erkekçe tavırları, hoş sohbetleri ve şakacılığı sayesinde, o zamanın hem en seçkin askerlerinden hem de kudretli şairlerinden birçoğu ile birer birer tanışmıştı.

      En önce edindiği himayecileri ise sarayın en iyi, en seçkin binicisi olması bakımından, o vaktin tabirince “Mirahurluk”ta bulunan Ferhat Ağa16 ile Baki’den sonra devrin en kudretli şairi sayılan Nev’î17 idi.

      Ferhat Ağa’nın hâl ve şanı yukarıda bir dereceye kadar görülmüştü. Aşağıda ise, daha birçok güzel eseri görülecektir.

      Nev’î, ağıtı ile meşhur Baki’nin (1526-1600) yerini tuttuğunu ispat eden ve Harbat’ın18 birinci cildinde bulunan “nun” kafiyeli ufak manzumeciği ile Nef’î’yi (? – 1634) bile izinden yürütmek şerefini kazanan zattır ki, oğlu Atâyi de (1538-1637), Taşköprülüzade Ahmet Efendi’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine zeyl yazmıştır. Bununla beraber sağlığında Nef’î’nin birçok haksız hücumuna hedef olduktan başka, Hamse adlı manzumesi için, ölümünden bir iki yüz sene sonra, Şeyh Galip lisanından aşağıdaki yersiz kötülemeye de uğramıştır:

      İstanbul’umuzda Nev’îzade

      Etmiş tek u pûyunu ziyade. 19

      Cezmi’nin Ferhat Ağa ile tanışması ve onun himayesini kazanması dehşetli bir olayın sonucuydu. Bu olayı da açıklayalım:

      Şu değersiz kitabı okuyanların birçoğu, İstanbul’daki Umumi Hapishane’yi -Tanrı saklasın; içine girmeseler bile- dışından elbette görmüşlerdir.

      İşte o hapishanenin bulunduğu yer, bahsettiğimiz olayların geçtiği çağlarda, yani XVI. yüzyılda birçok vezirin ve devlet adamının gezinti mahalli olan mesut bir yerdi.

      Önünde bulunan ve şimdi Sultanahmet Alanı denilen arsa ise, bugünkünden başka biçimdeydi. Gerçi şimdiki gibi o zaman da, biri Mısır’ın, öteki eski Yunanistan’ın büyüklük delillerinden olan iki taş, biri piramit biçimi, biri de dikey şekliyle, medeniyet eserlerindeki kalıntıları iki geometrik delil ile göstermekteydi.

      Vaktiyle zevklerine düşkün Rum imparatorlarının taht yeri olan o yılan biçimi tunç direk ise, kırık dökük, delik deşik kıyafetiyle, zulmün yıkılışını apaçık gösteren bir belgeydi.

      Bugün hapishane tarafından bakıldığı zaman, bu taşların biraz ötesinde göze çarpan kocaman çınar o zamanlar belki daha dikilmemişti bile. Bu çınarın da ayrı ve acıklı bir hikâyesi vardır: Dallarına binlerce mazlum veya sanık asıldığı için tarihlerimizde “Şecer-i Vakvak”20 unvanını almıştır. Cami meydanında idam edilen yeniçerilerin cesetleri de yine o ağacın altına atıldığı için bir şairin:

      Meyva vaktinde yetiştik Şecer-i Vakvak’ın

      mısraı ile, merhamete ve insanlığa yakışmayacak şekilde alay konusu da olmuştur. Şimdi ise kuruya kuruya, iyi tarih bilenlerin gözünde ve hayalinde, çürümüş insan kemiklerinden yapılma bir dehşet heykelinden başka bir şey değildir.

      Sultanahmet Cami-i Şerifi’nin -ki Ayasofya’ya pek yakın olduğu, için belki tenha kalır düşüncesiyle, devamlı cemaatine vazife tayin olunmuşken, sonraları bayramlarda, mevlutlarda, yüzlerce alayın, binlerce halkın toplanma yeri olarak geleceği keşfetmenin imkânsızlığını ispatlayan bir taş belgedir- Hüdaî Hazretleri açılış duasını henüz okumamış, hatta ilk temel taşına ilk harcı koyan Sultan I. Ahmet henüz ana rahmine dahi düşmemişti.

      Caminin bulunduğu yerde, biri Sokullu’nun, diğeri İkinci Vezir Ahmet Paşa’nın, birbirine bitişik iki konağı vardı. Bu konaklar, şimdi cami duvarlarının bulunduğu yerden bir hayli ötedeydiler. Alan ise, gerçi Rumlar zamanındaki kadar geniş değilse de, bugünkü durumuna göre daha genişçeydi. Osmanlı Türklerinin o zaman en büyük eğlencesi olan bu alanı, saray ağalarıyla vezirlerin daire halkı, cündilikteki maharetleri için bir sınav yeri yapmışlardı; mevsim elverişli oldukça tatil günleri cirit oynamak için oraya çıkarlardı.

      1568 yılı şevval ayının ilk cuma günü Mirahur21 Ferhat Ağa, padişahın bazı taltiflerini ulaştırmak için Sokullu Mehmet Paşa’nın konağına gelmiş, Atmeydanı’na bakan divan odasında bir pencere önüne oturmuştu. O gün Cezmi de, İkinci Vezir Ahmet Paşa konağında, paşanın adamlarından bir bildiğini görmeye gelmiş, aynı alana bakan başka bir odada iki arkadaş konuşmaya dalmışlardı.

      O sırada saray takımı