Namık Kemal

Cezmi


Скачать книгу

bana altımdaki yağız attan daha dik başlı görünüyor.”

      Nev’î:

      (Gülümsemeye devam ederek) “Şairlere kılıç kullanmayı da öğreteceksin galiba… Hiç kanla gazel, kaside mi yazılır?”

      Cezmi:

      “Revahe oğlu Abdullah’a32 ne buyuruyorsunuz?”

      Nev’î:

      “Şu mukayeseye bak hele! O zat, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’le tanışıp görüşmek şerefini kazanan ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan yüksek bir insandı.”

      Cezmi:

      “Ya Ebu Müslim33 ya Ebu Tamam34 ya Ebu Firas?”35

      Nev’î:

      “Yine mukayeselere başladın. Onların her biri bir toplumun başkanıydılar, en büyük nitelikleri de kahramanlıktı.”

      Cezmi:

      “Ya Fatih ya Yavuz ya Kanuni?”

      Nev’î:

      “Allah Allah! Onlar padişah. Hem sen bu türlü mukayeselere son vermeyecek misin?”

      Cezmi:

      “Pekâlâ, ya Kadı Fâzıl’a Derviş Yakup Paşa’ya ve bilhassa benim gibi bir sipahi olan Yahya Bey’e ne diyeceksiniz?”

      Ferhat Ağa:

      “Çocuk, sen yükselmek için İran yıkıntılarında dolaşmak zorunda değilsin. İşte burada baban yerinde iki kişi var. Söz dinle ilk fırsatta seni sipahilikten saray hizmetine aldırırım.”

      Cezmi:

      “Garip şey! Eskiden saray ağalarından sipahi yaparlarmış, dünya şimdi bütün bütün tersine mi dönmeye başladı?”

      Nev’î:

      “Ee canım, başka bir mesleğe kayırırız, orada derece derece yükselir gidersin.”

      Cezmi:

      “Bizim tımarı, bizim kılıcı ne yaparız?”

      Ferhat Ağa:

      “Peki, istediğin nedir?”

      Cezmi:

      “Bu devlet kurulalıdan beri atalarıma, babama ve bana verilen paraların karşılığını mürekkeple ödeyemeyeceğim. Çünkü kırmızısı kokuyor. Siyah ise gözüme Arap köle kadar çirkin görünüyor. Devlete olan borcumu kanla ödemek istiyorum.”

      Nev’î:

      “Nasıl kanla?”

      Cezmi:

      “Vallahi, felek yâr olursa düşman kanıyla.”

      Ferhat Ağa:

      “Ama arada insanın kendi kanı da dökülebilir.”

      Cezmi:

      “Varsın dökülüversin. Damla yakut kaybolacak değil ya..”

      Nev’î:

      “Ben senin savaşa gittiğini istemiyorum.”

      Ferhat Ağa:

      “Ben de aynı fikirdeyim.”

      Cezmi:

      “Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun biri ünlü bilginlerinden, biri büyük komutanlarından iki devletlinin bir askerin vatan ödevini yapmasına engel olacaklarını hiç düşünmemiştim.”

      Konuşma bu şekle dökülünce Nev’î ile Ferhat Ağa bakıştılar.

      Birkaç dakika aralarında kaş göz işaretiyle anlaştıktan sonra Nev’î, Cezmi’ye hitaben:

      “İstediğimiz savaşa katılmana mutlaka engel olmak değil. Sarayda eğitimini tamamlamaktı. Fakat mademki öyle istiyorsun, yolun açık ve uğurlu olsun! Savaş alanı da insanlar için en büyük bir ibret okuludur. Layık olduğun olgunluğu orada elde edersin.” dedi.

      Sonra Ferhat Ağa’ya dönerek:

      “Acaba paşaların hangisine bir tavsiye versek? Sinan Paşa’ya mı yoksa Mustafa Paşa’ya mı daha münasip olur?” diye sorunca, Ferhat Ağa tabii Mustafa Paşa’ya tavsiye edilmek gerekeceğini söyledi. Konuşmaya devam ettiler:

      Nev’î:

      “Fakat Mustafa Paşa’nın size olan düşmanlığı malumdur. Namdaşı olan Budin valisi akrabasındandı; onun uğradığı kazaya da sizi vasıta etmişlerdi.”

      Ferhat Ağa:

      “Mustafa Paşa gerçi garazcı bir kişidir, fakat vatan ve memleket menfaati bahis konusu olunca, garazcılığını bir yana bırakır. Manasız şeylere önem vermez. Hem Budin valisi olayında benim rolüm olmadığını da pekâlâ bilir. Ben nihayet bir memurdum. Aldığım emri elbette yerine getirmek zorundaydım. Durum böyle olmasa bile ben Mustafa Paşa’yı Sinan Paşa’dan yine de üstün tutarım. Çünkü öteki mübarek övünmekten başka bir şeye yaramaz. Lüzumsuz tecavüzler, faydasız garazlarla uğraşmak, onun gibi küçük ruhlu insanların başlıca niteliklerindendir. Onun için, nasıl olsa Mustafa Paşa’ya müracaat zorundayız. Hem Sinan Paşa zaten bu savaşa gitmeyecek.”

      Nev’î:

      “O niçin?”

      Ferhat Ağa:

      “Haberiniz yok mu? Sinan Paşa Bağdat koluna memur edilince, askerin ve savaş araçlarının işe yarayanları tamamen Mustafa Paşa’nın emrine verildi. Bunun üzerine Sinan Paşa da, kendi komutasındaki ordu derme çatma bir şey olduğundan, Mustafa Paşa’nın her isteği fazlasıyla yapıldığı hâlde, kendisinin hiçbir isteğine cevap bile verilmediğinden tutturarak, gürültü patırtısını, padişahın kulağına kadar götürdü. Padişahımız Efendimiz de, Sinan Paşa’nın bu durumunu göz önünde tutarak ve birbirine rakip iki komutanın savaş esnasında orduya müşterek komuta etmelerindeki zararları düşünerek, ikisinden hangisi daha uygunsa, ordu komutanlığının ona verilmesini Sadrazam Paşa’ya emir buyurmuşlardı. Sadrazam da, önce Sinan Paşa’yı çağırdı. İran’a giderse ne yolda hareket edeceğini sordu. Mübarek, ölçülü konuşmayı bilmez, laf ebeliğinden çekinmez, hemen Zaloğlu Rüstem kesildi. Ordu kendi komutasına verilirse, Tebriz’i, Şirvan’ı belki Şiraz’ı, İsfahan’ı bir saldırışta berbat edeceğine, şahı boynuna ip takarak İstanbul’a getireceğine dair birtakım endazesiz iddialara kalkıştı; bir hayli palavra savurdu.”

      Sadrazam bunun üzerine Mustafa Paşa’yı davet etti. Ötekinin ataklığına mukabil bunun ağırbaşlılığı ve terbiyesi malum. Sadrazamın aynı konudaki sorusuna karşılık, şimdiden kesin bir şey söyleyemeyeceğini, hududa vardıktan sonra durum ne yapmayı gerektiriyorsa onu yapacağını, zaferin ise Tanrı’nın takdirine kalmış bir şey olduğunu söyledi.

      Her iki komutanı da dinledikten sonra sadrazam, Mustafa Paşa’yı bu iş için daha uygun buldu ve durumu da padişaha arz etti.

      Nev’î:

      “Şu mübarek sadrazamın da bu hâlleri sevilir. Mustafa Paşa akrabasındandır, fakat Şehzade Bayezit olayından beri kendisinden ne kadar nefret ettiğini bilirim. Sinan Paşa’nın Yemen’de, Tunus’ta az çok yaptığı hizmetler ise, Sadrazam Paşa tarafından hayli takdir edilmişti. Hatta Özdemiroğlu gibi bir kahramanı bile sadece Sinan Paşa’nın hatırını sayarak takdir etmişti. Sinan Paşa, gerçi sadrazama dalkavuklukta kusur etmiyor; fakat devlet işi gelince Koca Sokullu, doğru yoldan hiçbir vakit şaşmıyor.”

      Ferhat Ağa:

      “Ya Efendi Hazretleri! Devleti ilgilendiren büyük meselelerde sadrazam