Namık Kemal

Cezmi


Скачать книгу

daha düşman görülmeden, Cezmi’nin hayal âleminde büyük bir cenk destanı açmıştı.

      Cezmi, bu tasalar ve tereddütlerle düşman karşısına gelip de tüfek alevleri, kılıç parıltıları gözlerinde şimşeklenmeye başlayınca, savaşı, ne evvelce hayalinde canlandırdığı gibi eğlenceli buldu, ne de sonradan zannettiği kadar belalı…

      İçine girdiği gerçek durumu göz önüne alınca, daha önce ezbere edindiği o iki zıt hayal de zihninden silinip gitti. Savaşın ne demek olduğunu şimdi çok iyi anlıyordu. Savaş denilen şey, tehlike ve zafer ihtimallerinin ikisine de eşit derecede elverişli bulunduğu gibi, talihin de bir tecrübe yeriydi.

      Derviş Paşa, genç bir kahraman ve usta bir binici olduğu kadar da yaradılıştan çok heyecanlı ve hiddetli bir zattı; en küçük bir şeyden hemen parlayıverirdi. Düşmanla karşılaştıkları zaman kükremiş bir aslan kesildi. Düşman kendilerinden kat kat fazlaydı; fakat o, aradaki büyük sayı farkına hiç önem vermedi; bayrağı altında bulunan üç dört yüz yiğitle koca bir ordunun ta kalbine, en can alacak yerine saldırmakta bir dakika bile tereddüt etmedi. Güya ki, paşanın müfrezesi cihanı yakan müthiş bir alev, karşısına çıkan düşman ise bir yığın çer çöp ve yonga parçalarıydı. Birinci safta bulunan İran alayları ilk saldırışta eridi. Hiçbir kuvvetin karşı koyamayacağı bu müthiş saldırışla düşman ordusunun ümidi birden sarsılmaya başladı, hatta, bu sarsıntı bazı düşman tümenlerinde bozgun şeklini aldı. Düşman komutanı Tokmak Han, komuta ettiği koskoca bir ordunun, küçük bir Türk müfrezesi önünden, topu tüfeği ile tabana kuvvet kaçmak rezaletini ölümden daha beter buldu. Kaçmakta olan askerlerini son bir gayretle derleyip toparladı. Her biri Türklerin umumundan daha kalabalık birer müfreze teşkil ederek, Derviş Paşa kuvvetlerini dört yandan çevirmeye kalkıştı.

      Buna karşılık Derviş Paşa, av sürüsüne dalmış şahin gibi, saatte bir düşman birliğine saldırıyor ve her saldırışında pençesine rastlayan düşmanın kimini yerlere seriyor, kimini çil yavrusu gibi darmadağın ediyordu.

      Fakat ne çare ki, saflarımız gittikçe seyrekleşiyor, şehit düşenlerin yerleri doldurulamıyor, buna karşılık düşman askeri ise mütemadiyen takviye aldığı için azalmak şöyle dursun, bilakis gittikçe çoğalıyordu. İranlılar mütevali hücumlarıyla nihayet birliğimizi kuşatmaya muvaffak oldular ve bir hayli askerimizi de şehit ettiler.

      Derviş Paşa bu elverişsiz şartlar içinde bile hiç yılmıyor; yanında sağ kalan bir avuç kahramanla ve göğüs göğüse, kılıç kılıca bir boğuşma ile düşmanı saatlerce hırpalıyor, hırpalıyordu.

      Nihayet Tokmak Han tarafından üzerlerine dolgun mevcutlu bir süvari alayı daha sevk edildi. Bu taze kuvvet, şiddetli bir saldırışla, paşanın yanında bulunanlardan otuz kadar kahramanı şehit ettikten sonra, topuz ve kılıç darbeleriyle kendisini de atından düşürdüler.

      Genç ve kahraman Türk komutanı yaya kaldığı hâlde, tek başına koca bir alayla bir hayli zaman uğraştı; birbiri ardınca üzerine saldıran üç İranlıyı birer kılıçta ikiye böldü.

      Bu olağanüstü savunma sırasında, henüz sağ kalan Türk kahramanları, üstün bir gayretle, her biri etrafını saran İran kuvvetlerini yararak silahlarının yanında toplandılar. Derviş Paşa’nın askeri olduklarını gösteren aslanca bir saldırışla, komutanlarının etrafını saran İranlıları dağıtarak kendisini yine atına bindirdiler.

      Cezmi, her ne kadar sipahi ise de, kendi alayından ayrılarak Derviş Paşa’nın maiyetine girmiş ve elinde ordu komutanı tarafından verilen tavsiyeler bulunduğu için paşanın karargâh mensupları arasına karışmış ve bu kahramanca saldırışa da katılmıştı.

      Tehlike henüz bitmiş değildi. Derviş Paşa, düştüğü tehlikeden kurtulup da atına atlayınca, yine müfrezesini çeviren düşman alaylarını ezmek umuduna kapıldı; şiddetli şiddetli saldırışlara kalktı. Hatta galip gelme ümidi bile belirmeye başlamıştı. Fakat Tokmak Han, üzerlerine üst üste taze kuvvetler sürüyor, düşmanın sayısı gittikçe artıyordu. Savaş üçüncü defa olarak kızışmaya başlamıştı.

      Bizim taraf ne kadar azaldıysa, karşı taraf onun birkaç misli çoğaldı. Bu defaki çarpışma, daha öncekilerle mukayese edilemeyecek derecede şiddetliydi. Her Türk eri, en az sekiz on düşmanla boğuşmak zorunda kalıyor ve kanının her damlasına karşılık bir düşmanın canını alıyordu.

      Şehitlik şerbetini henüz içmeyenler arasında yaralanmadık hiç kimse kalmamıştı. Fakat o zamanın silahları bugünün silahları gibi öyle pek tesirli olmadığından, çoğunun yarası hafifti.

      Kendi vücutlarını komutanlarına seve seve siper etmekte olan kahraman askerlerimizin sayısı çok azalmıştı.

      İranlılar, şiddetli bir hücum ile, paşanın sağ tarafında bulunan birkaç süvarimizi de şehit ettikten sonra, bir okla paşanın atını öldürdüler; ikinci bir okla da kendisini yaralayarak yere düşürdüler. Durum, bizim için çok tehlikeli bir safhaya girmişti.

      Cezmi, bulunduğu birkaç yüz adım mesafeden paşanın düştüğü tehlikeyi görünce, gözlerini kan bürüdü; tüyleri diken diken oldu. Âdeta, kendinden geçmiş denilecek heybetli bir tavırla:

      Serkeşlik etti tevsen-i baht-ı sitîzkâr

      Düştü zemine saye-i eltâf-ı Kirdgâr 37

      beytini okuyarak ve:

      “Paşa yerlerde yatıyor! Dinini, milletini, devletini seven arkamdan gelsin!” diyerek kılıcını ağzına, kargısını eline aldı. Ferhat Paşa’nın yadigârı olan küheylanının dizginini boynuna attı, başını düşman üzerine çevirdi. “Keskin üzengi”, paşanın bulunduğu tarafa hücum etti. Yanında bulunanlar da kendisiyle birlikte ileri atılmakta bir an bile tereddüt etmediler; komutanlarını kurtarmak için belki rüzgârla yarışabilecek kadar hızlı koştuğu için, paşanın etrafını sarmış bulunan düşman askerlerine herkesten önce o yetişti; birbiri ardınca birkaç düşmanı tepeleyerek silah kuvvetiyle açtığı bahadırlık yolundan bir melek gibi yaralının yanına vardı. Hemen yere indi. Paşayı kendi atına bindirdi. Saygı ile üzengisini öptüğü sırada öteki silah arkadaşları da yanlarına geldiler.

      Sayıları gayet az olan bu kurtarıcı müfreze, sağdan soldan hâlâ hücum eden düşmanları, devamlı gayretleriyle püskürtüyor, hiçbirini komutanın yanına yaklaştırmıyordu.

      Atını paşaya verdiği için yaya kalan Cezmi de ani bir hareketle bir İran süvarisinin dizginine sarıldı. Fevkalade bir ustalıkla herifi öldürerek altındaki “Şahbeğendi”ye38 atladı ve savaşan arkadaşlarının arasına karıştı.

      İşte o bir avuç kahraman, elbiselerine dökülmüş kan lekeleriyle, hamiyet meydanının zafer anıtı olarak dikilen somaki birer heykel gibi dimdik, insanüstü bir gayretle düşmana karşı dayandılar.

      Aradan biraz vakit geçmişti ki, düşman saflarının arkasında, havadan bir siyah duman peyda oldu, bir tarafı yerde sürünerek son süratle bize doğru gelmeye başladı. Tam o sırada bizim askerin arkasında da bir kızıl toz kalktı, ucu göklere sarılarak nihayet şiddetle düşmana karşı yürümeye başladı. Manzara, müthiş ve heybetliydi, öyle ki, tozun dumanın dehşetine bakılsa, yerler gökler birbirinin üzerine yığılıp geliyor sanılırdı.

      Düşman tarafından görünen duman, fırtınalı bir yağmur bulutu; bizim taraftan kalkan toz da, ordu komutanı tarafından Derviş Paşa’nın imdadına gönderilen Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleriydi.

      Birisi, iki taraf için de